10 Haziran 2014 Salı

“DÖRT YANIM PUŞT ZULASI…”

                  

  
    18 Aralık 2008 tarihli günlüğüm

          Haftalardır büyük bir heyecanla Milli Eğitimde aylıkla ödüllendirilen öğretmenlerin listesinin internette yayınlanmasını bekliyordum. Adımın listede olduğundan hiç şüphem yoktu. Bu akşam liste yayınlandı ve adım yoktu. Şaşkınlıktan ziyade, dehşet duygusuydu hissetiğim.  Ortaçağ kafalı gerici zihniyet, irticacı kadro devleti ağ gibi sarmış; kimseye hesap vermeden keyfi davranabiliyor, sanki kendi istekleriymiş gibi, Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’yi yaratmak için dört bir yandan saldırıyorlar. Haklarını yemeyelim, kendileri de Türkiye’de şeriat hükümlerinin hakim olmasını canla başla istiyorlar; sırf dört kadına sahip olmak için. Bu, benim düşüncem olmakla birlikte, Müdür Başyardımcısı Cemal Beyin bir sohbetimizde Müdür ve yardımcılarını kastederek söylediği, “Hocahanım, ben akşama kadar bunların içindeyim; emin olun tek düşündükleri, şeriat gelirse dört kadın alacağız, hayali. İslamı yaşamak istediler de ellerini mi tuttuk, İslamın bütün gereklerini yerine getirdiler de sıra dört kadın almaya mı geldi.” sözleriyle ve yaşantılarım, gözlemlerimle doğruluğu sabit olan bir değerlendirme. İslamiyeti cinsel arzularına alet etmek isteyen, okullarda kadın öğretmenlerin selamını almayan, elini sıkmayan  bu sapıklar, ‘gün uğursuzun’ düsturuyla bugün her yerdeler. Korku filmi gibi, amip gibi, kanser hücresi gibi durmaksızın çoğalıyorlar çoğalıyorlar ama onlarcasını korkutmaya “höt” diyen bir cesur yürek yetiyor. Ben bu okuldaki tek cesur yürektim ve Don Kişot gibi tek başıma yel değirmenlerine karşı yılmadan savaştım.

          Önceki okulumdaki Müdür, ben nasıl olsa ‘Vatan, Millet, Sakarya’ diyerek olağanüstü çalışıyorum, beni gaza getirmek için ödüle gerek yok, inancıyla, benimle aynı düşünceleri paylaşmasına rağmen, ilde yılmaz Atatürkçü olarak bilinen beni ödüle aday göstererek kariyerini tehlikeye atmaya, riski göze almaya gerek olmadığını düşündü ve Başmuavinden duyduğuma göre, teneffüslerde sigara molasını iki katına çıkaran, derslere zorla giren resim öğretmenini gayretlendirmek için, aylıkla ödüllendirmeye aday göstermişti. Yirmi yıl  önce  görev yaptığım Erzurum’da her daim gözleri çapaklı, yobazın önde gideni Müdür
          Başyardımcısı da, “Hocahanım, haklısınız, aylıkla ödüllendirme sizin hakkınız ama Nermin Hanımın sizin yaşınız kadar hizmeti var.” diyerek sırf türbanlı diye, okulda hiçbir varlık göstermeyen o kadını aday gösterdiklerini söylememiş miydi? Karısı ve kızı kara çarşaflı Okul Müdüründen, okulda kütüphane kuran, tüm sosyal etkinlikleri yapan, duvar gazetesi çıkaran beni aylıkla ödüllendirmeye aday göstermesini
         beklemek ne saflıkmış. Daha önce Ankara Pamuklar İlköğretim Okulunda, göreve başlayalı iki ay olan Din Kültürü Öğretmeni aylıkla ödüllendirilmemiş miydi; şimdi bunların tekerine çomak sokmanın ne gereği vardı !!!

          Bu defa susmayacaktım; Milli Eğitim Müdür Yardımcısıyla görüştüm, durumu anlattım; adam, haklısınız, merak etmeyin bu yıl telafi ederiz, okul müdürünüzle görüşeceğim, dedi ve ben onun sözlerine güvenerek, yıllardır hakkım olduğu halde birtakım hesaplarla başkalarına verilen ödülün bu yıl bana verileceğine emin oldum. Yanılmışım, kişisel çıkar her dili konuşur, her kılığa girer, diye boşuna dememiş bir düşünür. İnsanoğlu çiğ süt emmiş; hele Türkiye’de haklı olanın değil, güçlü olanın yanında yer almak genel kural. Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin yargılandığı bir süreçten geçiyoruz ve ben de nasibimi aldım. Hak ettiğim ödüle aday gösterilmeyişimin tek nedeni, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi düşünceleri savunmam ve okulda bu yönde etkinlikler yapmamdır. Önceki okulumda ‘Atatürk Fotografları ve Kitapları Sergisi’ açtığım zaman Okul Müdürüne, sergiyi yerel basına haber vereceğimi söylediğimde kabul etmemiş, serginin gizli kapaklı kalmasını istemişti. Adında CUMHURİYET olan bu okulumda aynı sergiyi açtığımda da, kendilerinden yazılı duyuruyla yardımcı olmalarını istediğim öğretmen arkadaşların, Okul İdaresinin korkusuyla sinmiş;  Okul İdaresi de, yardımcı olmak şöyle dursun, pek çok zorluk çıkarmış, ben her zorluğa göğüs gerip sergiyi açınca da, sergiyi ziyaret bile etmemiş,  görmezden gelmişti. Okulun internet sitesinde öğrencilerin basit el işlerinin fotografları yer alırken,  görkemli Atatürk Sergisinden  tek fotograf konmamış; İdareye rağmen benim çağrımla okula gelen yerel televizyon muhabirine, ben dersteyken,  okulda olmadığım söylenmiş; muhabir çekim yapmadan gitmişti.  Muhabiri ısrarla yeniden çağırdım; çekim yaptı ve sergimiz akşam haberlerinde oldukça uzun bir şekilde benim açıklamalarımla verildi. Çıkardığım CUMHURİYET ÇOCUKLARI adlı okul dergisinde sergi fotograflarını tam sayfaya koydum. Elbette bana ödül vermez bu adamlar; gün uğursuzun !!!

          Bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok. Bu memlekette Atatürkçü olmak suç sayılıyor artık. İdari kadrolar, ‘gün uğursuzun’ olduğu sürece Atatürk’le ilgili çalışmaları, henüz değiştiremedikleri, uymaya mecbur oldukları Yönetmelik gereği def-i bela kabilinden zoraki yapacaklar ama kafalarına göre takılmaya devam edecekler. Okulardaki sendikalı  öğretmenler, aman İdareyle ters düşmeyim, ders programımı bozmasın, beni evime yakın okulumdan sürmesin, diyerek, üç maymunu oynayacak; memleket talan edilirken, tufandan ne kapabilirim, anlayışıyla sus pus olacaklar. Okulun Eğitim-İş Sendika temsilcisi, “Çoğunluk bizde, İdarenin antidemokratik ve antilaik uygulamalarına karşı toplantılar yapalım, İdareye baskı uygulayalım.” Sözüme karşılık, “Hocahanım, devir onların devri; sıra bize de gelecek.” dememiş miydi !!! Kırpık bıyıklı adamlar Türkiye Cumhuriyetinin okullarında, babalarının çiftliği gibi cirit atıyor; köpeksiz köyde değneksiz geziyorlar. Benim ders dışı etkinliklerimin onda birini bile yapmayan silik şahsiyetler aylıkla ödüllendiriliyor; bu yıl da ödül, muavinin başı bağlı karısına verilmiş. Aylıkla ödüllendirmeyi intikam alma, Atatürkçü öğretmenleri cezalandırma amacıyla kullanıyor mürteci kadrolar.

         Çalıştığım her okulda tiyatro, şiir dinletisi, kütüphane kurulması, zenginleştirilip nöbet sistemiyle işler hale getirilmesi; tören ve milli bayramlarda öğrencilerin ilgisini çeken coşkulu programlar; duvar gazetesi, okul dergisi, kitap okumanın yaygınlaştırılması için kampanyalar; ödüllerini cebimden karşıladığım Kitap Kurdu Yarışması; il genelinde şiir ve kompozisyon yarışmalarına öğrenci hazırlama gibi pek çok ders dışı etkinliği, evime, çocuklarıma ve kendime ayırmam gereken zamanlarda gerçekleştirdim. Bunların yanında, ailelerinin liseye göndermediği kızlar için mücadele ettim; üç kızımın velisi oldum, tüm masraflarını üstlenerek liseye yazdırdım. O okulda olmamama rağmen, kızlarımın veli toplantılarına katıldım, öğretmenleriyle görüştüm, başarılarını takip ettim, sorunlarını çözmeye çalıştım.

         


Elbette bütün bunları ödül almak için yapmadım ama görev yaptığım her okulda ödül benim hakkımken, Din Kültürü öğretmenlerine veya türbanlılara verildi. Ödüllendirme mekanizması, öğretmeni teşvik etmek için değil, Atatürkçü öğretmenleri yıldırmak amacıyla kullanılıyor; göreve başladığımdan beri bu böyle. Ben bugüne kadar özverili çalışmalarımı hep okul idaresinin çıkardığı zorluklara rağmen gerçekleştirdim; ödülün bana değil de hak etmeyen kişilere verilmesi beni yıldıramadı. Erzurum’da bin bir emekle kurduğum okul kütüphanesinin bir gecede mescide dönüştürüldüğünü hiç unutamam. Sabah okula gittiğimde kütüphaneden çıkarılan çuval çuval kitapları tuvaletin önünde bulmuştum. Ben izlemiyorum ama öğrencilerimden duyduğum Kurtlar Vadisi’ndeki Muro’nun deyişiyle, “Nalet olsun içimdeki insan sevgisine…” Alacağım ödül değil, insan sevgisi, vatan aşkı, meslek aşkı, bağımsızlık tutkusu, Atatürk sevdası yaptırıyor bana bütün çalışmalarımı. Yirmi üç yıllık öğretmen olarak kendimde hala koşturacak enerjiyi buluyorsam, nedeni bunlardır. Önceki okul müdürünün benim için bir tanımlaması vardı: “Hocahanım, ben sizi hiçbir sınıfa tabi tutamıyorum; siz başlı başına bir vakasınız”  Hiç yorulmadan, bıkmadan olağanüstü bir enerjiyle sürekli bir şeyler üretmeme diğer öğretmen arkadaşlar da şaşırırlardı.

          Üç defa emeklilik dilekçesi verip geri almamın altında yatan sebep de, içimdeki insan sevgisidir. Öğrencilerimi görünce bütün sıkıntılarımı unuturum. Yüzlerine bakınca gururla, “Bunlarla neler yapılmaz ki!...” derim. Yorulduğumu hissettiğim zamanlarda onların yüzüne bakmam yetiyor; bu mutluluğun yanında benden esirgedikleri o ödülün değeri ne ki! Bana ödülü, liseye devam ettikleri halde hala ziyaretime gelen öğrencilerim veriyor. Doğum günümü unutmayıp, ellerinde çiçeklerle gelen öğrencilerim, o haram yiyici insan müsveddelerine en güzel cevaptır. Hele bir anım var ki, hala düşündükçe gözyaşlarımı zor zapt ederim. Sınıf öğretmenliğini yaptığım 8/D Snıfı, ben onlara şakadan 8 Deliler derdim, doğum günümde bana sürpriz yapmışlar; sınıfa girdim, masalara düzen verilmiş, evlerden pasta, kek, kurabiye, gazoz getirilip tabaklara konmuş, ortadaki masada yaş pasta, üstünde mumlar … İçeri girmemle başlayan, “İyi ki doğdun Hocam.” nakaratı bir süreden sonra ağız birliği etmişçesine, “İyi ki doğdun Anne” sözüne dönüştü; o kadar duygulandım ki, ağlamamak için kendimi zor tuttum. En büyük mutlulukların parayla satın alınamayanlar olduğuna inanmışımdır hep …

NİHAYET UCUNDAN KIYISINDAN IŞIK GÖRÜNDÜ



Aylardır alacakaranlık kuşağındaydık; acılar, hastalıklar, sıkıntılar, üzüntüler arka arkaya geldi; üstesinden gelebilecek gücü bulacak mıyım bu kez de, yoksa uğruna gençliğimi buraya kadar mı, herşey bitti mi, diye ümitsizliğe kapıldığım oldu. Ülkede yaşanan acılar insanın dayanma gücünü zorlarken, Gökçe’nin Berkin Elvan’ın cenaze töreninde yaşadığı travma, panik atak hastası olmasına neden oldu.

Berkin vurulduğunda on dört yaşındaydı; oğlum Berke’yle yaşıt. Gezi Direnişi sırasında Okmeydanı’ndaki evinden ekmek almak için çıkmıştı ve polis tarafından  gaz fişeğiyle vuruldu. Berkin 15 yaşına komada girdi;  269 gün komada kaldı; vurulduğunda 45 kiloydu, öldüğünde 16 kilo … Başbakan, kan donduran bu katliam karşısında acımızı yaşamamıza, olayı kınamamıza bile izin vermedi. Berkin’in cenazesinin kaldırıldığı gün bütün yurtta milyonlarca kişi yürüdük. Ben, sabah Okmeydanı’ndaki eyleme, öğlen ise Şişli’deki yürüyüşe katıldım. Başbakan Gaziantep’te yaptığı mitingde Berkin’in terörist olduğunu söyleyerek, annesini ve babasını kalabalığa yuhalattı. Daha sonra bir açıklamasında şunları söyledi: Dışarıdan bize komplo yapılmıyor dersek yanılırız; Türkiye'de bir çocuk ölüyor. Bu çocuğun ölümüyle ilgili ilanlar veriliyor, üzerine de bu çocuğun katili olarak şahsımı gösteriyorlar. Ekmek almaya giden çocuğun yüzünde poşu, elinde sapan bunların ne işi var? Annesinin, açıklaması enteresan, 'Çocuğumun katili Başbakandır' diyor. Karanfille bilye atıyor, kabrine. Cebinden patlayıcılar çıkıyor. Bütün bunların hepsi ortada. Malum medya, Doğan Grubu çok ilginçtir kendilerine göre adam buluyorlar sanki o çocuğu polis hedef alarak biber gazını atmış. Bir defa bu çocuğu oraya taşıyan zihniyettir lanetlenmesi gereken. Bu çocuğa sapan veren kim? Çocuğun yüzünde poşu olduğu zaman bu kaç yaşındadır diye ayıklayacak durumda değil ki… Bu sözleri söyleyen Başbakan, Gezi Direnişi sırasında demokratik gösteri hakkını kullanan halka ilaçlı su, gaz fişeği, plastik ve gerçek mermi sıkan; sekiz kişiyi öldüren, on kişiyi kör eden, pek çok insanı sakat bırakan polisleri ‘destan yazan kahramanlar’ ilan etmiş; 24 maaş ikramiye ile ödüllendirmişti.

Gökçe, arkadaşlarıyla birlikte, akşam Taksim İstiklal Caddesinde yapılan protesto gösterilerine katılmıştı. Polis, bütün çıkışlara barikat kurmuş, gaz saldırısından kaçmaya çalışan gençleri, bakın şurası güvenli, orada toplanın, diyerek belli bir alana sürmüş, daha sonra Dalyan Harekatıyla o alana kıyasıya gaz sıkmış. Kızım, bir polisin diğerine, gözüne nişan al, gözüne, dediğini duymuş. Polis bir taraftan da acımasızca jopluyormuş gençleri; kızımın suratına inmek üzere olan jop darbesinden, üstüne kapanan arkadaşı kurtarmış. O kadar çok gaz sıkmışlar ki, göz gözü görmez olmuş; çocuklar tıkanmış, nefes alamaz duruma gelmişler; onlar, durun yapmayın ölüyoruz ölüyoruz, diye çığlık attıkça, polis gaz saldırısının şiddetini arttırıyormuş. Nihayet, feryatlara dayanamayan bir kafeterya çalışanı kapıyı açmış ve çocukları içeri almış. Çocuklar o gün tam anlamıyla dehşete düşmüş, ölümden dönmüşler. Gökçe bu travmayı atlatamadı; kalp ritmi bozulmaya, nefesi daralmaya başladı. Bir süre böyle gitti; kardiyolojiye gittik, doktor kalpte sorun olmadığını söyledi. Psikiyatriste gitmeye zorladım, her seferinde, şimdi iyiyim, geçti geçti, dedi. Nihayet, Şişli’de arkadaşlarıyla bir kafede otururken, panik atak krizi gelmiş; yaşadığı dehşet ve korkudan bilincini kaybetmek üzereyken acile götürmüşler; doktor, sakinleştirici iğne yapmış. Kriz iki defa daha geldi; birisinde yine arkadaşları acile götürmüşler; sonuncusunda Serkan çocukları görmeye İstanbul’a gelmişti, birlikte götürdük. Psikiyatristin verdiği ilaçları kullandıkça ataklar yine geldi ama üstesinden gelebildi. Cıvıl cıvıl hayat dolu kızımın neşesi gitti, gül yüzü soldu; kriz gelir korkusuyla evden çıkamaz oldu. Ruhsal acıya dayanamayıp intihar edeceği korkusu beni dehşete düşürdü. Tek sosyal hayatım parti çalışmalarıydı, onu da bıraktım, kızımı gözümün önünden ayırmadım. Gücümün tükendiğini hissettiğim anda bir mucize oldu; Gökçe, arkadaşının tanıştırdığı bir gençle çıkmaya başladı. Yaşar, Gökçe’ye öyle bağlandı ki, yüzüne bakarken gözlerindeki sevgi ve şefkat dolu ifadeyi görünce gücüm tazelendi, tamam bu işi hallettik, dedim içimden. Yaşar, Gökçe’yi bir çocuk gibi sarıp sarmaladı. Gökçe, panik atak krizlerini atlattıktan sonra, ilacın yan etkisi baş dönmesi nedeniyle evden çıkamadığı için, haftalarca evde kızımı oyaladı; bana çok destek oldu; Gökçe’yi çok mutlu etti; yavaş yavaş korkularından kurtulup, normale dönmesini sağladı. İlaç tedavisi devam ediyor ama korkmuyorum artık; biz bu işi hallettik. Kızımın bu kötü döneminde okul başarısının etkilenmemesi, sınıfını iyi bir dereceyle geçmesi de büyük bir mutluluk oldu bizim için. Gökçe ve Yaşar evlilik planları yapıyorlar; ben, kuzuşum, bebeğim ne zaman büyüdü de evlenecekmiş, diye şaşırıyorum ama kendimi ciddi ciddi Yaşar’ın kayınvalidesi değil, annesi gibi görüyorum; o benim için çok değerli; kızımı hak ediyor. Tek derdim, Gökçe durup durup benimle dalga geçiyor; ben sevgili buldum, sen hala bulamadın, diye … Ne yapalım, kısmetim Salih, o da kör talih …


8 Haziran 2014 Pazar

LETAFET

Şimşekler çakar ta yüreğimde
Ateşler yanar tüm bedenimde
Bir hoşluk bir güzellik ve bir zarafet
İşte o an seninledir Letafet

Sevdikçe sevesin gelir
Gördükçe göresin gelir
Letafetin koynuna
Girip de ölesin gelir

Sevdikçe seveyim dersin
Gördükçe göreyim dersin
Letafetin koynuna
Girip de öleyim dersin

Bir güneş doğar her gülüşünde
Yıldızlar kayar göz süzüşünde
Bir güneş doğar her gülüşünde
Yıldızlar kayar göz süzüşünde

Bir arzu bir kıvılcım biraz da gayret
İşte o an seninledir Letafet

Bu sabah kızım yüksek sesle müzik dinlerken, Whitney Houston’un Bodyguard filminde söylediği, I Will Always Love You şarkısını duyunca, bil bakalım nikahımda hangi şarkıyı çaldıracağım, işte bunu, dedim. Üniversite yıllarımda George Michael hayranıydım ve nikahımda, defalarca dinlesem de doyamadığım  Careless Whisper şarkısını çaldırmaya karar vermiştim. Hiç kimsenin memnun ve mutlu olmadığı acayip bir nikahla evlenince bu hayalim askıda kalmıştı. Bugün o şarkıdan daha fazla istediğim şarkıyı bulduktan saatler sonra Şevket facebook sayfasında Soner Olgun’un Letafet adlı şarkısını paylaşınca, ben şarkıyı üstüme alındım, benim için paylaştığına hükmettim, defalarca dinledim ve nikahımda çaldırmaya karar verdim. Letafet benimdir umarım ve bu şarkı Şevket ile benim şarkımdır …


Şevket’i ilk defa derneğimizde söyleşi yaparken gördüm; görür görmez, işte bu aradığım adam, dedim. Daha sonra evli ya da beraber yaşadığı birinin olup olmadığını araştırdım; galiba yoktu, o halde dikkatini çekmek için bir şeyler yapmalıydım. Facebook sayfasına arada bir giriyordu ama başka çarem yoktu; dünkü paylaşımlarını beğendim ve yorum yazdım sonra bekledim. Akşam Letafet şarkısını paylaştı sadece ve ben şarkıyı benim için paylaştığı hissine kapıldım; benim çocukluğum işte; öyle olmasını bütün kalbimle istiyordum. Sabahtan beri hayal kuruyorum: ne kaybederim ki !!! Bence Şevket’le bir geleceğimiz yoksa, tek sorun yaşımızın aynı olması; hayatın bana öğrettiği gerçek; erkekler taze et sever; andropozda yıllar yılı kahırlarını çeken eşlerini boşayıp genç kadınla evlenen erkek sayısını bilmiyorum ama buna cesaret edemeyen, kurulu düzenini bozmaktan korkan ama sanal ve gerçek hayatta pek çoğunun azgın boğa gibi gezindiğini çok iyi biliyorum. Eğer ruhsal olgunluğa ulaşmışsa Şevket benim kendisi için cennet olduğumun fakına varmıştır ve bu şarkıyı benim için paylaşmıştır; yoksa kurda kuşa yem olur. Bense onun benim cennetim olduğunu ilk gördüğümden beri biliyorum. Umarım Şevket’in Letafet’i benimdir. Ben onun adını sevmedim ama dert değil; ilk gördüğüm gün uzun saçlarıyla onu bir arslana benzetmiştim; birlikte bir geleceğimiz olursa, ben ona ‘Arslanım’ diyeceğim.

Letafetin anlamını biliyorum ama internetten bakıyorum yine de; latiflik, hoşluk, güzellik, nezaket, yumuşaklık. Şevket bu şarkıyı benim için paylaşmış olabilir mi; olabilir bence … Laf aramızda, sitcom oyuncusu gibi çok komiğimdir; olayları kendimce birbirine bağlar ve bu sonucu çıkarırım rahatça.  Ne kaybederim ki; zaten kafama göre birini bulamamışım iki yıldır bari hayaliyle avunayım… Sahi bütün güzel adamlar beyaz atlara binip gittiler mi; ben kalanlardan Şevket’in hayatıma girmesini istiyorum ama kendimi fark ettirmek için yapacağım başka bir şey yok; sınırlarımı zorladım onun için; bekleyelim, görelim ...

7 Haziran 2014 Cumartesi

YALNIZLIK ÖMÜR BOYU ...

16 Aralık 2008 tarihli günlüğüm ...

Bu sabah, iki ay önce randevu aldığım mamografi çekimi için üniversite hastanesine gittim. Çok can yakıcı bir işlem, şükür ki fazla uzun sürmüyor. İnsan bu kontrollerde yanında eşinin bulunmasını, ona nazlanabilmeyi, onun tarafından teselli edilmeyi öyle çok arzu ediyor ki !... Ben, hamileliklerimin son kontrollerine bile yalnız gittim; Serkan, gittiğimi bilmedi bile. O zamanlar, muayene sıramı beklerken, kocalarıyla birlikte gelen  karnı henüz leblebi yutmuş gibi kadınlara içim giderdi. benim gibi yalnız gelen pek olmazdı; belki bir-iki kişi ... Kocası yanında olmayanların da yanında anne veya kayınvalideleri olurdu. Çocuk bekleme süreçleri de Serkan'ın hayatında en ufak bir heyecan ve değişikliğe yol açmamıştı.

Neyse, ben yine derin sulara daldım, çıkamam kolay kolay; gelelim mamografiye ... Geçen yılki kontrolde sol göğsümde ufacık bir kist vardı; mamografi çekimini yapan uzman, kaygılanmamamı, kistin belki de seneye kaybolacağını söylemişti. Bugün, kaybolmak şöyle dursun, kistin birkaç tane olduğunu söyledi. Yine kaygılanacak bir durum olmadığını, kistleri izleyeceklerini, altı ay sonra tekrar mamografi çekimi için gelmemi söyledi. Umarım kötü bir şey olmaz; çocuklar için sağlıklı olmalıyım. Onlara, benimle ilgili hiçbir korku yaratmak istemiyorum; benden başka hiç kimseleri yok; Allah yardımcım olsun ...

Gazetede bir haber : Kalbi Kırılanlar Daha Az Yaşıyor ... Kırık kalplerin kalp krizi geçirme riski, iyi bir beraberliğe sahip olanlara göre yüzde otuz dört daha fazlaymış.Stres ve kızgınlık kalbi olumsuz etkiliyor; mutlu evlilikler, güçlü bağlar kalbe iyi geliyor. Berke'nin doğumundan sonra Serkan'ın bana yaşattıkları, 35 yaşımda kalp krizi geçirmeme neden olmuştu. O günden sonra, ikinci krizden deli gibi korktum. On sekiz yıl artık gösterdi ki biz birbirimize iyi gelmiyoruz. Bunca yıl hep Serkan'ı kazanma ümidiyle sabrettim ama gördüm ki, ben onu hayatımdan çıkarmadan çok önce o beni gözden çıkarmış. Hani bir söz vardır : Aslında giden, terk eden değil, terk edilendir. Terk edilen, çoktan çekip gitmiştir; gidene, gitmekten başka çare bırakmamıştır. Serkan beni hiçbir zaman hayatına almadı; kapılarını sıkı sıkı kapattı bana. Evlenmesi, bana verdiği bir lütufmuş gibi davrandı hep. Babasının annesinden bir kadın olarak, eş ve anne olarak beklentileri neyse, Serkan'ın da bana yaklaşımı aynı oldu. Bir kez bile duygusal anımız olmadı. Derin bir sohbet yapmadık, konuşmadık yıllar yılı. Boşanmaların çoğunun nedeninin iletişimsizlik, çiftlerin birbirini dinlememesi olduğunu gösteriyor araştırmalar; bunu anlamak için araştırmaya gerek var mı ??? Biz de konuşamadık bir türlü. Serkan'ın hiç zamanı yoktu ya da konuşacak durumda değildi. Konuşma isteklerimi hep bastırmak; çığlıklarımı, korkunç yalnızlığımı içime gömmek zorunda kaldım hep. Duygularımı, beklentilerimi mektup yazarak ilettim kaç kere; mektuplar da şöyle bir göz atıldıktan sonra, alaycı bir yüz ifadesiyle yırtılıp atıldı. Dikkatini çekmeyi beceremedim bir türlü. kendini öylesine önemli ve değerli ve beni öyle değersiz görüyordu ki, benim için düşünmek, emek vermek gereksiz görünüyordu. ne yaptıysam Serkan'ın ilgisini çekmeyi başaramadım. Baba olmak bile heyecanlandırmadı, aile hayatına bağlayamadı onu. Hayatımızı yakından bilmeyenler, bu sözlerimin üstüne, benimle evlenmeye zorlandığını, onu elimde tutmak için çocuk yaptığımı düşünür haklı olarak. Evliliğimizin de, iki çocuğun da Serkan'ın yalanlarıyla, ısrarlarıyla olduğunu; bana güvenilmez bir görüntü verdiği için bin dereden su getirerek beni evliliğe ve çocuk yapmaya ikna ettiğini, sonra da beni yarı yolda bırakıp, kendi hayatını yaşamak için kaçıp, kendine tek kişilik bir hayat kurduğunu, hayatın bütün yükünü bana yüklediğini ailelerimiz bilir ancak. Bilir bilir de, onun ailesi bu adaletsizliği savunur; kadınlığın, çile çekmek ve katlanmak olduğunu;başka kadınla ilişkinin bile erkeğin hakkı olduğunu; kadına susmak, katlanmak ve ailenin bütün yükünü taşımanın düştüğünü söylerler bana. Erkek başka kadına gitse bile suçlu, evdeki kadındır onlara göre.Kadın, erkeği ahmak bir çocuğu idare eder gibi oyalayıp idare etmeli; erkek mutluluğu dışarıda aramasın diye çeşit çeşit yemek, börek-çörek yapmalı; erkek bütün bunlara rağmen başka kadına gittiyse, evdeki çileli kadın kendini suçlamalı. Bunlar nasıl Batılı, nasıl Egeli, şaşmışımdır hep. Batılısı bu zihniyetteyse, Doğulusunun alnından öpmeli; az bile yapıyorlar eksik eteklere ...



4 Haziran 2014 Çarşamba

GÖKÇE’NİN ANKARA’DA ‘BABA’DAN HATIRLADIKLARI

          

15 Aralık 2008 tarihli günlüğüm ..

Geçen yıl bir sohbetimizde Gökçe, Ankara’da babasıyla birlikte hiçbir anısının olmadığını, altı yıl oturduğumuz Ankara’da babasıyla birlikte hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Gerçekten de Gençlik Parkı’na, lojmanlardaki tesislere birlikte giderdik. Hafta sonları Serkan, arkadaşlarıyla vakit geçirir, aile içinde bulunmazdı. Bu arkadaşların birisinin, bir yıl ilişki yaşadığı, arkadaşının karısı Hülya olduğunu o zamanlar ruhum bile duymamıştı. Biz ailece gezmeye gitmediğimiz için de ablamlar bize gelir, hayatımıza iyi kötü renk gelirdi. Bir iki pikniğe gittiğimizi hatırlıyorum Serkan’la, başka yok … Gökçe, bir hafta sonu üçümüzün Kızılay’a gittiğimizi, havanın yağmurlu olduğunu, babasının pantolonunu çamur yaptığı için epey azar işittiğini, birlikte ilk ve son aile gezmemizin bu olduğunu söyledi. Doğrusu Serkan’ın, arkadaşının karısıyla doludizgin aşk yaşadığı, hafta sonlarını bize ayırmasını istemeyelim diye bilerek hır çıkardığı gündü o gün. Amacına ulaşmıştı; kadın olayını bilmiyordum ama bir daha birlikte çıkmayı istememiştim.

Gökçe’nin Ankara günlerindeki ‘baba’ imgesinde üç görüntü var söylediğine göre :

Kadın olayından henüz haberdar olmadığım, gelen uyarı telefonlarını ciddiye bile almadığım, ‘Ben Serkan’a kendimden bile fazla güvenirim. Kadının biri bizi kıskanıyor, aramıza girmeye çalışıyor; Serkan hiç beni aldatır mı, hele karnımda oğlunu taşıyorken …’ dediğim günlerdeki anlam veremediğim, daha sonra kadınla ilişkisinden kaynaklandığını öğrendiğim şiddetli öfke patlamalarının birinde tartışırken salonun kapısını öyle bir çarpmıştı ki, cam tuzla buz olmuştu. Gökçe ve yeni yeni yürüyen Berke korkuyla gelmiş, camların üzerlerine yağmasından kıl payı kurtulmuşlardı.

Gökçe’nin hafızasındaki ikinci baba fotografında, benim kadın olayından haberdar olduktan sonraki duygularımı, acılarımı, hayal kırıklıklarımı yazdığım günlüğümün üstüne kolonya dökerek yakma girişiminde bulunan bir ‘baba’ var. O gün de Gökçe yatağındaydı ve bütün olanları duyduğunu yıllar sonra söyledi. Ben yalvara yakara defterimi zor kurtarmıştım o gün yanmaktan ama eşyaları Manisa’ya getirirken o defteri bulmuş ve yok etmişti. Günlüğümde yazılanları okuyup, bana yaşattığı acıları unutturmaya çalışacağı yerde, deftere düşman oldu. Defteri yok ederek, o günleri yaşanmamış sayabileceğini düşündü sanırım. Zaten o günlerle yüzleşmeyi reddettiği için, yaşadığı ilişkinin boyutlarını hesaplayamadı bir türlü.. Anne-babası da yaşadığı ilişkiyi onayladıkları, kınamadıkları, dahası kocamı başka kadına gitmek zorunda bıraktığımı söyleyerek beni suçladıkları için, yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmedi hiçbir zaman. Yaşananlar normaldi ve ben üstünü örtmeli, kimseye duyurmamalıydım. Ailesi o zamanlar ümitle boşanmamı bekliyordu. Babası bana açık açık, “Erkektir yapar; kabul etmiyorsan boşanırsın; geceleri evine gelmiyor mu, evin nafakasını vermiyor mu, sen ona bak. Kocası başka kadına giden kadın, kabahati kendinde aramalı. Sen nasıl bir kadınsın ki kocan başka kadına gitti, kendine bunu sor…” demişti telefonda. Allahtan canımın ölesiye yandığı o halimle bile lafı ağzına tıkmıştım. Sözlerim karşısında ağzını açamamıştı.”Ben oğlunu aile hayatında huzursuz, mutsuz ediyorsam, demek ki ben de mutsuzum. Peki, ben de başka bir erkekle ilişki kursam, oğluna diyebilecek misin,’Kabahati kendinde ara, sen nasıl bir erkeksin ki karın başka adamlara gidiyor?’diye… Ben namusluyum diye sen her evli kadını benim gibi mi sandın? Oğlunun yattığı kadın da evli, iki çocuk annesi, hem de arkadaşının karısı. Sizin ailenize öyle kadın yakışır; boşanayım da oğlun o kadınla evlensin.” demiştim de sus pus olmuştu adam.

Kadın olayını çevreye duyurduğum, kadının kocasına ve iş yerindeki amirlerine haber verdiğim için Serkan, cinnet anında beni boğmaya bile kalkışmıştı. Toplumun yazısız kurallarından biri de bu işte : Böyle ahlakdışı ilişkileri örtbas edeceksin. Benim olayı kapatmayışımın kini, öfkesi hala Serkan’ın içinde. Bana karşı bazen öyle duruma geliyor ki, bir kelime daha etsem kafamı duvara vura vura beni öldürecek ve hala da hıncını alamamış, öfkesini soğutamamış olacak. O derece kinli, öfkeli, nefret dolu bana karşı. O olay nedeniyle bebeğim henüz ikibuçuk aylıkken üzüntüden sütümün kesildiği, yıllar boyu depresyon tedavisi gördüğüm, kalp krizi geçirdiğim onu ilgilendirmiyor bile. Bana yaşattığı acılardan dolayı en ufak bir üzüntü ve pişmanlık duymadı.

O, dünyanın merkezi; varsa yoksa o muhteşem egosu … Geçen günlerde bana uzun süredir soğuk davrandığını, ilişkimizin ben istemesem hiç olmayacağını; hayatında bir kadın varsa bunu bilmeye hakkım olduğunu söylediğimde verdiği karşılık; ‘Sana bir daha o acıları yaşatacağımı nasıl düşünebilirsin!’ değildi. ‘Başka kadınla birlikte olayım da beni aleme bir kere daha mı maskara edesin?’ Aynen buydu cevap … Demek ki, aynı düşüncede hala; yanlış olan, evlilik dışı ilişki kurmak, arkadaşının karısıyla yatmak değil; benim bunu etrafa yaymam, ortalığı ayağa kaldırmammış. Benim duygularımın, çektiğim acıların, sağlıksız aile ortamında büyüyen çocukların ne önemi var ki!... Ben de zaten zayıf ahlaklı ve zayıf karakterli olduğunu düşünerek, ihanete bir daha cesaret edemesin diye olayı örtbas etmemiştim. Kadının umurunda değildi duyulması. Yaşadığı evlilik dışı ilişkileri, ahlaksızlığıyla dillere düşmüş bir kadındı. Kocası, yaşadıklarından haberdardı; öyle bir evlilikti onlarınki. Kocası bana telefonda açıkça söylemişti; ‘Böyle ilişkiler olur, normaldir, sen bunu kimseye anlatmayacaksın. Ben karımı böyle kabul ediyorum; sen bu olayı kapatmazsan silahımı alıp geleceğim, seni vuracağım.’

Neyse …. ‘Baba’ fotograflarından, ‘koca’ fotograflarına geçtik; dilime vurdu yine … Kızımdaki üçüncü ‘baba’ görüntüsünde, bana öfkelenip kafasını duvara vuran bir Serkan var. Yine kadın olayının tartışmasını yaptığımız bir gece kafasını duvara duvara vurmuştu da içimden, ‘Zavallının azıcık aklı vardı, o da şimdi gitti…’ demiştim. O gün, duvarı yumruklamaktan parmaklarını incitmişti, günlerce eli sargılı gezdi.

İşte Gökçe Ankara’da babasıyla ilgili olarak yalnızca bunları hatırlıyor.


Okulda Rehberlik Panosunda, endişe-kaygı- depresyon durumlarının B vitamini eksikliğinden kaynaklanıyor olabileceğini okuyunca, hemen bir kutu B vitamini hapı aldım, kullanmaya başladım. Benim anksiyetenin geçeceği yok. Bazen Serkan’nın olduğu ortamlarda boğulacak gibi oluyorum; sanki her tarafıma kızgın iğneler batıyor. Bulunduğu ortamın enerjisini emen, etrafa kötü duygular yayan asalak türü insanlardan o… İzmir’de annesine de defalarca çattı. Ailesi ona özürlü gibi davranıyor; çocuk oyalar gibi idare ediyorlar hep. Aile içinde, ‘Serkan’dır, ne yapsa yeridir.’ sözünü sık sık söylerler …

29 Nisan 2014 Salı

YAZMAK ZEHİRİMİ ALIYOR

7 Aralık 2008 Pazar tarihli günlüğüm

İlk defa bu doğum günümde "İyi ki doğdum!" demek istedim ve doğum günlerimde Serkan'dan hatırlanmayı beklemeyi bıraktım. Özel günler ona oldum olası eziyet olmuştur; hatırlamak, hediye almak, kadına değer vermek, hele ki bana ... bunlar onun kişiliğine ters gelen davranışlar. Bu gün ilk defa doğum günümü hissederek yaşadım.

Eski okulumdan iki öğrencim çiçek alıp okula gelmişler; boş derslerimde, hazırladığım okul dergisi için matbaaya gitmiştim, çocuklar beni okulda bulamayınca eve telefon etmişler; Gökçe, parkın orada buluşup almış çiçeği. Geçen yıl da bana sınıfça doğum günü partisi düzenlemişlerdi. Pastayı keserken bütün sınıf, "İyi ki doğdun Hocam" derken birden, ""İyi ki doğdun Anne" demeye başlayınca çok duygulanmış, bastıran ağlama isteğini zor zapt etmiştim. Öğretmenlik hayatım boyunca aldığım en büyük armağandır bu anım ...

Bu gün ilkin arkadaşım Tülin'le, Cem Yılmaz'ın AROG filminin ilk gösterimine gittik. Bir kaç espri dışında kimse gülemedi. Uzadıkça uzadı film, gece on birde bitti. Oradan, Aile Meyhanesi diye bilinen bir yere gittik. Klarnet, kanun ve darbuka ile fasıl müziği vardı. İkişer bira içtik. On ikide müzik bittikten sonra saat bir buçuğa kadar sohbet ettik. Eve döndüğümüzde Tülinlere çıktık, annesi otlu börek ve ev ekmeği yapmıştı, sıcak sıcak yedik. Sabahın dördüne kadar sohbete devam ... Eve gelir gelmez Serkan kapıda karşıladı, "İyi misin?" diye sordu. Galiba o saate kadar içtiğimi sanmıştı. Balığa gideceğini söyledi, saat beşe doğru bir buçuk saat mesafede bir yere balık tutmaya gitti.

Son zamanlarda Serkan'ın aksiliği, öfkesi iyice artmıştı. Sudan sebeplerle tartışma çıkarıyor, bizi sürekli taciz ediyor, evin içinde pimi çekilmeye hazır dinamit gibi gezinip duruyordu. Her zaman arkadaşlarının yanında şen şakrak, şeker şerbet biriyken evde somurtkan, tahammülsüz bir insandı fakat son zamanlarda aramızdaki gerginlik artık elle tutulur bir hale gelmişti neredeyse. Sorunları konuşamıyorduk bile. Benim, çözüme zorlamak veya çözümsüzlüğe, incinmişliğime, hakaretlerine tepki olarak gösterdiğim davranışlarıma aynı şekilde suskunlukla karşılık verince, onu kazanabileceğime olan inancım iyiden iyiye sarsıldı. Ben darılıyor, konuşmuyorsam o da küsüyor. Ben sırtımı dönüp yatıyorsam, o da yatağın diğer ucuna gidip sırtını dönüyor.Zaten sorunları konuşmak da çözüm olmamıştı hiç bir zaman. Ben, onun sinirlerinin bozuk olduğunu söyleyip psikiyatriste gitmeye razı etmek için uğraştıkça, o da asıl benim ruh hastası olduğumu söyleyip, "Çocukları bana karşı kışkırtıyorsun, onları zehirliyorsun..." diyordu. Ben yıllardır sorumluluklarını yerine getirmediği, hayatın bütün yükünü benim üstüme yıkıp kendi hayatını yaşadığı için pişmanlık duyup özür dilemesini beklerken; onun, kendisinin yıllardır ruh hastası bir kadını idare ettiği için çok yüce ruhlu olduğunu söylemesi bende ipleri kopardı. O anda yaşlılığımı onunla geçiremeyeceğimi, buna gücümün yetmeyeceğini anladım. On sekiz yılımızı birlikte geçirdik ama hiç bir zaman 'bir' olamadık, 'birlik' olamadık, 'biz' olamadık. Olma ümidimi yitirince gerçekler gözüme açık seçik göründü. Ben, hayalimdeki evliliği yaşatmak için yıllardır kendimi kandırmışım. Beni sevmediği, kadın olarak görmediği, değer vermediği ortadayken, ben görmezden gelmişim; kendimi, beni sevdiğine inandırmışım. Birbirimize çok yakıştığımıza, güzel bir evlilik yaptığımıza, imrenilecek bir beraberliğimiz olduğuna inandırmışım kendimi. Gökçe bile, Serkan'ın bana yaşattığı acılardan, ihanetten hiç bahsetmemiş olmama rağmen, aile içindeki ilişkilerimizi değerlendirerek şöyle demişti bana; "Sen gerçekten babamın seni sevdiğini mi zannediyorsun, bu yaştasın ama Teletabiler (çocukken en sevdiği karakterler) kadar safsın, o seni kullanıyor!"


Çocukları, özlemini çektiğim aile yuvasında büyütebilmek için öyle çok acıyı, yükü omuzlamışım ki, birden korkunç derecede yorulduğumu hissettim. Kalbim zorlanmaya başlamıştı. Serkan'la ve geleceğimle ilgili belirsizlik psikolojimi bozmuştu. Sekiz aydır depresyon tedavisi görmeme rağmen toparlanamıyor, hayata tutunamıyordum. Ne yapacağımı bilemez durumda çaresizlikten kıvranıyordum. Bir türlü kendimi güvende hissedemiyordum. Sağlık sorunlarımla boğuşuyorken, Serkan'ı daha fazla taşıyamayacağımı, aksi halde sağlığımın ve hayatımın ciddi olarak tehlikede olduğunu gördüm. İçimde Serkan'a karşı acıma dışında hiç bir duygu kalmadı. Ne öfke, ne nefret, ne kin, ne de intikam duygusu, sadece merhamet ... Kurduğu küçücük dünyasında yaşıyor, o dünyaya, benden geçtim çocuklarını bile kabul etmiyor. Çocukların büyüme aşamalarını yaşamıyor, kendi etrafında dolap beygiri gibi dönüp duruyor. Çocuklarının güvenini ve saygısını kazanamamış olmak ona en büyük ceza, elbet bir gün bunun farkına varacak; benden alıp götürdüğü hayatım için ona bundan daha büyük ceza olmaz zaten ...





YORULDUM PATRON ...

Hayatımızda kendi tercihlerimiz vardır, bir de seçme şansımız olmadan hayatımıza kabul etmek zorunda olduklarımız … Akrabalarımdan çoğu, seçme şansım olsaydı asla seçmeyeceğim fakat bana bağlı olmayan nedenler sonucu kabul etmek zorunda olduğum kişiler olmuştur hep. Hep hayatımı zorlaştırmış, sürekli sorun üretmiş, benim ayakta kalmak, güçlü olmak için verdiğim zorlu mücadeleyi görmeden, Amerikan rüyasında olduğu gibi iyi bir eş, bir kız bir oğlan iki çocuk ile hayallerindeki gibi bir hayata sahip olduğumu düşünmüşlerdir. Ben ne yaparsam yapayım onlardaki bu algıyı değiştiremedim ve onları hep kendime uzak, yabancı hissettim.

Hayat yolunda benimle aynı zaman diliminde yaşamamış olsalar da kendime çok yakın hissettiğim, varlıklarında kendimi bulduğum kişiler sayesinde hayatın acılarına, zorluklarına katlanabildim. Bu kişilerden biri de, Stephan King’in  romanından sinemaya uyarlanan Yeşil Yol adlı filmde Michael Clarke Duncan’ın canlandırdığı  dev cüsseli saf kalpli John Coffey’di.

 Roman 1930'larda ABD'de ağır suçlar işlemiş ve idam cezaları almış mahkumların bulunduğu Could Mountain hapishanesinin E bloğunda geçer ve hapishane gardiyanlarından Paul Edgecombe'un ağzından anlatılır. Ölüm sıralarını bekleyen mahkumlara bir de isim takılmıştır: "Yürüyen Ölü". Mahkumlar 'İhtiyar Sparky' (Kıvılcım Saçan) diye adlandırdıkları elektrikli sandalyede cezalarının infaz edilmesi için sıralarını beklerlerken, buraya getirilen dev cüsseli ve saf kalpli John Coffey adındaki mahkûm başta Paul Edgecombe olmak üzere herkesin hayatını değiştirecektir.

John Coffey iki küçük kıza tecavüz ederek öldürmek suçundan yargılanıp idama mahkûm edilmiştir. Ancak bu vücudu iri yarı ama beyni ve kalbi çocuk gibi olan siyahi adam, idamlıklar koğuşuna getirildiği andan itibaren tüm insanlara hatta farelere bile gösterdiği derin sevgi ve merhametle gardiyanların ve mahkumların sempatisini kazanır. Gardiyanlar Coffey'in bu suçu işlememiş olabileceğini düşünmeye başlarlar. Ayrıca Coffey bazı garip güçlere de sahiptir. Ölmüş bir fareyi diriltir, gardiyan Paul Edgecombe'un bir türlü geçmeyen hastalığını nefesiyle iyileştirir ve hapishane müdürünün ölümcül bir hastalığa yakalanmış karısını sağlığına kavuşturur. Psişik güçleri ile Edgecombe'a suçla ilgisi olmadığı olay anını gösterir. Artık bu insanlar Coffey'in suçsuzluğuna emindirler ama yargı kararını vermiştir bir kere ve infaz gerçekleştirilecektir.

John Coffey, etrafındaki  insanların acılarını tüm benliğiyle hisseden bir yaradılışa sahiptir ve engel olamadığı felaketler nedeniyle çok acı çekmektedir. Bana, dünyada kendine en yakın hisettiğin kişi kim, diye sorsalar hiç düşünmeden John Coffey, derim; romanı okuyup filmi  izleyince o çocuk yürekli koca adamın bana ne kadar benzediğine şaşırdım. Ben de dünyanın en uzak köşesinde de olsa acı çeken insanların acılarını kendim yaşıyormuşum gibi hissediyor ve acı çekiyorum.  John Coffey'in şu sözleri  ilk duyduğumdan beri yıllar yılı kafamın içinde yankılanır durur, sanki ben söylüyormuşum gibi :

Yoruldum patron … Yollarda yağmurdaki bir serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum. Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım. Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri. İnsanların birbirine kötü davranmasından bıktım. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan bıktım. Çok fazla var, sanki her an için kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor musun? Karanlıktan korkuyorum patron lütfen ışığı kapatma.



BİRLİKTE YİRMİ ÜÇ YIL, HAYATIMDA ÜÇ DÖNEM, ÜÇ ŞİİR ...

Serkan'la birlikte koskoca yirmi üç yıl geçirmişiz; ben hayatın ve çocukların yükünü taşırken, kendimi otomata bağlamış, farkında olmamışım hayatımın en güzel yıllarının geçip gittiğinin ... Çocuklar büyüyüp yükleri azalınca söyle bir kenara çekilip hayatımı seyrettiğimde, Serkan'la geçirdiğim yirmi üç yılımın üç döneme ayrıldığını gördüm. Her süreç içinde de yazdığım şiirlerden birer tanesinin o dönemleri en iyi anlattığını ...


Birinci dönem, ayaklarımın yerden kesildiği, Serkan'da öbür yarımı bulduğumu sandığım dönem. İkimiz birlikte dünyaya meydan okuyabiliriz sandığım toy zamanlarım ... O zamanlar, işi gereği nöbete ya da daha uzun süre Doğu'ya göreve gittiği dönem ... Hasretten, yıkamadığım gömleğini koklayarak uyuduğum günler ... O günlerdeki duygularımı yansıtan 28.02.1991 günü yazdığım şiirim :

SENİNLE BAHARA ÇIKMAK

Kışın o mor sisli akşamlarında
Sevgin ısıttı içimi
Yüreğinin içine alırcasına
Sımsıkı sarılmalar
Tazeledi bahar özlemlerimi ...

Ve işte sevdiğim
Seninle bahara çıkmanın,
Uyanan toprağın, patlayan tomurcuğun
Telaşını yaşıyorum.

Seninle ilk baharımız bu
Sevmelerimizin, sevişmelerimizin,
Öpüşlerimizin ilk baharı
Sevgimiz bahar şimdi
Tutkumuz, heyecanımız,
Tenimiz, canımız bahar ...

Ne güzel, kışın ağır yükünü
Üzerimizden atmak
Ve seninle bahara çıkmak sevgilim
Ne güzel, ne güzel ...

Serkan'la birlikte geçirdiğimiz yirmi üç yılın ikinci dönemi, onun hayatıma hiç bir şey katmayacağını,  Serkan'ın aslında kendisine aşık olduğunu,  hayat karşısında yine yalnız ve hep yalnız olduğumu fark ettiğim ve bu duyguyla başa çıkmaya çalıştığım dönem. Çizgi film Garfield bir bölümde evin köpeği Odie'ye şöyle der : Seninle bir ortak yanımız var : BEN ... Serkan'a onu sevdiğimi söylediğim anlardaki tavrı Garfield gibiydi, adeta bana, beni tabii ki seveceksin, bu adam sevilmez mi, ben de kendimi seviyorum, der gibiydi. İşte o günleri anlatan 20.03.1991 günü, yani evliliğimizden iki ay sonra yazdığım şiirim ...

SEN YOKTUN, YOKSUN, OLMAYACAKSIN HİÇ ...
                                                                                                      -Yalnızlık paylaşılmaz -  Özdemir Asaf

Gülüşümü, neşemi aldın da sen
Yine bana bıraktın yalnızlığımı
-sevinçte, kederde ortak- dedilerse de ...

Cehennemde azaptayım günlerdir
Seni yanımda hissedemiyorum
Yanyanayken, kollarında uyurken hatta
Acılarımla yalnızım.

Yoktun sen
Bugüne kadar yoktun
Didinmeyle geçen hayatımda,
Gözyaşlarımda, iç çekmelerimde,
Çaresizlikten duvarları yumrukladığım,
Yalnızlıktan tir tir titrediğim anlarda
Sen yoktun
Tek kişilikti yalnızlığım ...

İki kişilik şimdi yalnızlığım
Yine yoksun sen
Varken yoksun
Bedeninle yanımda
Yaşarken yoksun...
Başımı omzuna koyup ağlayamıyorsam,
Gücüm, direncim tükendiğinde
Dokunuşunla, sarılmanla
Yeniden güçlenemiyorsam,
Sana güvenemiyorsam
Sarsıldığım yıkımlarda,
Ve sana sığınamıyorsam
Zor günlerin yenilgisinde
Sen yoksun ...

Yoktun sen
Şimdi de yoksun
Ve hiç olmayacaksın
Yine bana kaldı yalnızlığım ...

Serkan'la yirmi üç yıllık evliliğimin üçüncü bölümü, oğluma hamile olduğum dönemde arkadaşının karısı, orta malı bir fahişeyle bir yıl süren  ilişkisini öğrendiğim fakat kendime verdiğim, ben babasız büyüdüm, ne pahasına olursa olsun, çocuklarımı babasız büyütmeyeceğim, dediğim ve kuyruğumu kıstırıp oturduğum dönem ... İşte o günlerde yazdığım şiir :

GİDERSE GİTSİN

Bunca acıdan sonra, sözü mü kaldı
Yüreğimde damgası, izi mi kaldı
Şimdi bana dönecek yüzü mü kaldı
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Söyleyin vefasıza, giderse gitsin ...

Kırık gönül sazıma tel olmadı ki,
Bana teselli veren dil olmadı ki
Dara düştüm uzanan el olmadı ki
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Söyleyin hayırsıza, giderse gitsin ...

Ellere uzak, bana yakın olmadı
Şu gönlüm gözlerinde şifa bulmadı
Bende artık çekecek sabır kalmadı
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Bırakın o şerefsiz giderse gitsin ...

Uzun uğraşlardan, Savcılıkla cebelleşmeden sonra ispatladığım ihanetinden sonra kafasına silahını dayayıp, ayrılmakta kararlıysam hiç düşünmeden tetiği çekeceğini söylemişti Serkan. Ben kucağımda bilmem kaç günlük çocuğum ve her ne pahasına olursa olsun çocuklarımı babasız büyütmeyeceğime dair yeminimle anneliğimi gururumun üstüne koyarak bir kez daha denemeyi kabul etmiştim. Aradan geçen yıllar içinde aynı tas aynı hamam, aynı cami aynı imam; Serkan hayatımızda hep bir fazlalık, nereye koyacağımızı bilemediğimiz büyümeyen çocuk olarak kaldı; oğlum on beş yaşına geldi, ben yeminimi fazlasıyla tuttum; şimdiden sonra Serkan benim için sadece çocuklarımın babası, beni unutsun, mutlu olsun, tek isteğim bu ...



26 Nisan 2014 Cumartesi

OLMASA DA OLUR ...

Yıllar önce Ankara'da aynı okulda görev yaptığımız Türkçe Öğretmeni Rıza Bey sohbet sırasında bir söz söylemişti; havalanma gönül havalanma, attan iner eşeğe binersin; onu da bulamazsın, yürüye yürüye gidersin ... Bu aralar hep aklıma geliyor bu sözler. İstanbul'a geldiğim günlerde kendimce hayatıma yeni bir sayfa açmıştım, yaşıtlarım ikinci baharlarını yaşama peşinde koşarken, ben ilkbaharımı yaşamadım ki, hayata gözümü yeni açıyorum, kaçırdığım ne varsa yaşayacağım, diye düşünüyordum. Etrafıma bakmaya fırsat bulduğum yedi ay içinde ayaklarım suya erdi, hayattan beklentilerimi azalttıkça azalttım; şimdi tek isteğim, sağlıklı olayım, çocuklarımın başında hep koruyucu kalkan gibi durayım, onların yollarındaki dikenleri temizleyim, onlara güzel bir hayat verebileyim, gerisi fasa fiso ...

Hayatın yüküyle boğuşurken yıllardır hayatımdan eğlenceyi çıkardım. Değil sinema-tiyatro gibi çok sevdiğim etkinlikler, yedi aydır İstanbul'da olmama rağmen, deniz kenarında bile dolaşamadım koşturmaktan. Facebook, bilmediğim bir evrendi, belki hayat boyu hep yek gelen zarlar orada düşeş gelir, hayatı paylaşacak birine rastlarım, diye düşündüm başlarda, orada çakalların kol gezdiğini gördüm zaman içinde; şimdi kenara çekildim, film izler gibi izliyorum, evrimleşme sürecini tamamlamamış, hayatlarını yeme içme çiftleşme döngüsünde geçiren erkek cinsini ... Vaz geçtim artık hayatı birlikte yaşayabileceğim erkeği aramaktan; hayata dair beklentilerimi düşürdükçe düşürdüm; artık tek isteğim, çocuklarım için yaşamak, olabildiğince fazla yaşamak, onları bu rezil dünyada yalnız bırakmamak; benim yokluğuma dayanamayacaklarını çok iyi biliyorum; benim çocuklarla ilişkim normal kabul edilenin çok ötesinde; babalarının eksikliğini hissettirmemek için hem anne hem baba oldum onlara; güzel bir aile ortamı veremediğim için hep vicdan azabı duydum ve bu açığı kapatabilmek için kendimden vaz geçtim, onlar için yaşadım.

Facebook'ta özellikle geceleri yalnız ya da evli olduğu halde kadın peşinde koşan andropozdaki erkeklerden mesajlar geliyor yine ... Engelliyorum anında. Son mesaj tüy dikti, kaç gündür ona gülüyorum:

Egenin incisi izmir'den kucak dolusu selamlar... ben cengiz aktaş... hava kuvvetlerinde çalışıyorum, astsubayım.. face sizi arkadaş olarak eklemem için önerdi.. fakat buna beraber karar verelim isterim.. profil resminizi gördüm, olgun ve medeni bir hanımefendi, güzel arkadaşlık olabilir düşüncesi ile size selam verdim.. tabii.. bunu eğer kısmet olur da sohbet edebilirsek görebileceğiz.. hazreti mevlananın bir sözü var. Dil; tencerenin kapağına benzer, oynadıkça kokusu çıkar.. velhasıl, insanlar konuştukça anlaşabilirler.. tekrar görüşüp, sohbet de edebilmek ümidiyle esenlikle kalınız.. saygılar

Adam facede arkadaş olacak sözde, beklentisi, arayışı başka; besbelli yatak arkadaşı arıyor; cevap olarak, eşim subay, meslektaşsınız, diye yazdım, ikiledi ... Belli ki facebookta bu tür ilişkiler yaşamış; ben bu mecraya yabancıyım; orada şehvet, ihanet peşinde koşan çakallar sürüsü kol geziyormuş, böyle böyle öğreniyorum işte. 

Uzun lafın kısası, facebooka gerek olmadıkça girmiyorum artık; oradan hayat arkadaşı bulamayacağımı çok iyi öğrendim; et alışverişiyle işim olmaz;  sadece facebooktan değil, gerçek hayatta da erkeklerden ümidi kestim fakat bu beni eskisi kadar mutsuz etmiyor; sinemadaymışım gibi seyrediyorum insanların çirkinliklerini, aşağılık, onursuz, alçakça ilişkilerini; benden uzak, cehenneme direk olsunlar, diyorum ...


12 Nisan 2014 Cumartesi

HANİ İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE, HASTALIKTA VE SAĞLIKTA BERABERDİK !!!

 22 Nisan 2008 tarihli günlüğüm ...

Gökçe bu aralar aile biçimimizi sorgulamaya taktı; "Benim hayal ettiğim aile ilişkileri böyle değildi..." diyor sürekli. "Sen evde olmayınca, babamın bize karşı ilgisizliği, bizim evdeki halimiz Kemalettin Tuğcu'nun boynu bükük, zavallı çocuk karakterlerine benziyor. Sen olmazsan biz şımartılan, sevilen çocuklar olamayız hiç. Babam evde olunca ya uyuyor ya televizyon izliyor, bizimle hiç bir şey paylaşmıyor ki! Hadi ben alıştım, umursamıyorum ama kardeşime yazık değil mi, ona çok acıyorum." diyor.

Serkan'ın, pazartesi günü nöbetçi olacağını bile bile pazar günü sabah dokuzdan gece saat ona kadar balık tutmaya gitmesi çocukları olduğu kadar beni de çok şaşırttı. Seferihisar'daki günlere geri döndü diye çok üzüldüm. Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, olmuyor, yapamıyor; aile sorumluluğunu olgunlukla kabul edip taşıyabilecek bir insan değil ne yazık ki !... Hafta sonlarını kendine ayırmayı en doğal hakkı olarak görüyor. Oysa bu hafta sonu İzmir'de Kitap Fuarı açıldı; fuarı gezmeyi ve Ankara'dan öğretmen arkadaşım Gülay Hanımı görmeyi çok isterdim. Ben bir saatlik İzmir'e gidemezken, o balık tutmak için iki saatlik yola gidebiliyor; istediği zaman istediği yere gitme hakkı var onun. "Sen de git, ben mi engelliyorum!..." der, söylediğim zaman; ama biliyorum ki bir gün gezmeye gitsem, çocuklar sahipsizlikten, ilgisizlikten perişan olurlar. Ben ise, iki günde bitirebildiğim hafta sonu temizliğini bir güne sığdırmak zorunda kalırım ki, buna gücüm yetmez. Belki bir kez denersem aklı başına gelir diye bu formülü Seferihisar'da denemiştim de gittiğime gideceğime pişman olmuştum. Döndüğümde, çocuklar sinmiş, mutsuz bir halde beni bekliyorlardı; babaları ayaklarını uzatmış, rakısını içip televizyon seyrediyordu. Berke'yi azarlamış, televizyonda kendi programını seyretmek için. Bu şekilde nasıl bırakabilirim ki çocukları !!!

Önceki gün nihayet psikiyatrik tedaviye başlama kararını aldım. Ne yoga kurtardı beni, ne de şifalı bitkiler ... Bir türlü huzura kavuşamadı ruhum. Meditasyonu grup olarak yapınca rahatlıyor, korkularımdan kurtulduğumu düşünüyordum fakat yine yalnız yapmak zorundayım ve ne yazık ki aynı rahatlamayı hissedemiyorum. Bir süredir korkularım sağlığımı etkilemeye başladı. Kalp atışlarımın ritminin bozulduğunu hissediyorum. Korkularım canlanınca, kalbim boğazıma geliyor sanki, nefes alamıyorum, beynimi mengenede sıkıyorlar sanki ... Her an deprem oluyormuş gibi sallandığımı veya sallanacağımı düşünüyorum. Yıkılan binaların, enkaz altındaki insanların görüntüleri adeta gerçekmiş gibi beynime üşüşüyor. Çocuklarımın çığlıklarını işitiyorum, onlara yardım edememek parçalıyor beni ... Sesler ve görüntüler beni boğuyor, nefesim kesiliyor korkudan. Seferihisar'da yaşadığımız o şiddetli depremden sonra ilaçlı tedavi görmeme rağmen atlatamadım bu korkuyu. Üç-dört yıldır sadece deprem korkum vardı, bu yıl korkularım çoğaldı. Şimdi diğer doğal afetlerden de ölesiye korkuyorum. Ne zaman yağmur yağsa, hiç dinmeyecek, her yeri su basacak, tufan olacak, çocuklarımı seller sürükleyip götürecek diye korkuyorum. Korkudan çıldıracak gibi oluyorum. Öyle anlarımda etrafa bakıyorum, hayatın normal aktığını, insanların dışarıda olduğunu görmek biraz olsun rahatlatıyor beni; "Sakinleş, korkacak bir şey yok, her şey yolunda, bak insanlar var dışarıda, yağmur kesilecek birazdan..." diyorum kendime. Yağmur dininceye kadar ölüp ölüp diriliyorum. Öyle dehşet anlarında ölümü kurtuluş gibi görenleri çok iyi anlıyorum. İnsan, ölsem de bu acıdan, azaptan kurtulsam, diyor. Depresyon hastalarında intihar eğilimi vardır fakat kendimden bu konuda hiç korkmuyorum. Çocuklarım için, hangi koşullarda olursam olayım, yaşayacak gücü bulacağımı biliyorum.

Anksiyete teşhisiyle ilaçlara başladım. Birisi uyku ilacı ama dün gece hiç de etkili olmadı, papatya çayı daha güzel uyutuyor. İlaçların yan etkisi ağır geldiği için kullanmak istemiyordum; uykusuzluk, ağız kuruluğu, bütün organlarımda esme-esneme hali... çok berbat. İnsan uykusuz kalarak depresyondan nasıl kurtulur, bilmiyorum. Ne olursa olsun, denemek zorundayım. Başka çarem kalmadı çünkü ... Papatya, melissa, kediotu... çayları hikaye. İnternette sarı kantaron bu tür rahatsızlıklara iyi geldiği yazıyordu, ikinci kutuya başladım, çok da pahalı ama, faydasını göremedim. Belki ilaçların yan etkisi kısa sürede hafifler de rahatlarım.Gerginlik ve stresin kalbimi yorup, kalp büyümesine sebep olacağından korktum, yoksa yine başlamazdım ilaçlara, idare edip giderdim. Son zamanlarda aynada gördüğüm dehşet içindeki yorgun, yıpranmış yüz, tedavi vaktinin geldiğini, hatta geçmekte  olduğunu söyledi bana.

Gazetede kadınların en çok 44 yaşında depresyon geçirdiklerini okuyunca çok şaşırdım; tesadüf olamaz benim de o yaşta olmam ... Demek ki durumum, tedavisiz atlatılamayacak kadar ciddi; menopoz, ne yaptın sen bana, canıma okudun ... Tevekkeli, sabahları yataktan çıkıp, her zamanki gibi beni bekleyen bin türlü işle, sorumlulukla boğuşmak şu günlerde, her zamankinden daha zor gelmeye başlamıştı. Çocukları şu berbat dünyaya getirdiğim için kendimi daha fazla suçlamaya başlamıştım. Küresel ısınma, kıtlık haberlerini okudukça, çocuklarımı nasıl koruyacağım sorusu beni dehşete düşürmeye başlamıştı artık. Bir yere kadar korku normal de, herkes hayatını hiç bir şey yokmuş gibi sürdürürken, benim korkudan gebermem normak değildi. Ama bu durumu bilmek, korkularımı hafifletmiyor ne yazık ki ...

Neyse ki bir tesellim var : Hep bu korkulara ve depresyona yaşlılıkta nasıl dayanacağımı düşünüp, bir de bunun için korkardım. Şükür ki yapılan araştırmalar depresyonun görülme sıklığının 45 yaşından sonra azaldığını kanıtlamış. Öyleyse yırttım. Dilerim şansım burada güler de yaşlılıkta (yaşarsam tabii) huzuru bulurum. Bazı ruhlar hiç teskin olmaz, devamlı huzursuzdur, benimki de öyle ... Bu ruh çırpınmaları beni çok yoruyor, takatsiz bırakıyor. Hep sakin, olaylara gülümseyerek bakabilen bilge bir kişiliğe sahip olmayı isterdim ama benim burcum için bu mümkün değil galiba. Aşırı hassas, aşırı duygulu, duyarlı, heyecanlı kişilik özelliklerimle, benden bilge kişi olmaz.


Yaşadıklarımdan, hissettiklerimden ve tedaviye başladığımdan Serkan'ın haberi yok. Söylesem, anlamayacağını, beni yine kıracağını biliyorum. O, depresyonun kadınların ilgi çekmek için uydurdukları, aslında hiç olmayan bir hastalık olduğuna inanır. Söylesem, beni anlayıp hayat yüküme omuz vermeyecek nasıl olsa ... Kendince ev işlerine yardım ediyor son zamanlarda. Haftada yarım saat evi süpürüp siliyor, sonra hak ettiğini düşünerek, kalan bütün zamanları kendine ayırıyor. Kendimin ve çocukların sağlık sorunları dahil olmak üzere hiçbir sorunu yansıtmam ona. Bilmesi bir şey değiştirmiyor çünkü. Tek kişilik yaşantısına devam ediyor, kurguladığı gibi. Senelerdir ev işleri için yardımcı kadın almama karşı çıktı; emekli olup, ev işlerini şikayet etmeden yapmam yönünde baskı yaptı ama artık kendimi ona karşı korumayı öğrenmeliyim. Ev işleri beni çok yıpratıyor; bitip tükenmeyen didinme, koşuşturma hayatımı anlamsızlaştırıyor; gerginlik, işleri yetiştirememe telaşı beni tüketiyor. Buradan edeceğimiz tasarruf beni mutlu etmeyecek ki ... İçinde köle olduktan sonra sarayda yaşasam ne olur !!! Borçlar bitince yardımcı alıp, kalan zamanda istediğim, sevdiğim şeyleri yapmaya niyetliyim.  Her şey para değil; giden gençliğimi, sağlığımı para geri getirmez ki ... Bana, çocuklarımla doyasıya yaşayacağım zamanlar gerekli. Giden günler geri gelmiyor, bir daha tekrarı yok, hızla büyüyorlar ...

10 Nisan 2014 Perşembe

BÜTÜN MÜCADELEM BÖYLE BİR DÜNYADA YAŞAMAK İÇİN ...

Halk Belediyesinin 7 Doruğu – 3

 

Kadınlar önde



Nâzım Hikmet, “Yedi tepeli şehirde bıraktım gonca gülümü” diyor.

Gonca güllerin solduğu metropol çöplükleri
Bugün kentler, gonca güllerin solduğu çöplüklere dönüşmektedir. Günümüz metropollerinde kadın terk edilmiştir ve kafese tıkılmıştır.
Küresel merkezlerden dayatılan Yerel Yönetim Yasaları, belde, mahalle ve köyle birlikte kadını da yok saymıştır.
Kadın hayatın dışına itilmiştir; kenarlara, kaldırımlara ve karanlıklara sürülmüştür.
Metropolde kadın, yalnızca alışveriş robotudur. O da parası varsa.
Kapitalizmin özel çıkar sistemi, aşkı yok etmiştir. Gönüllerin bir olduğu gerçek sevgiyi, sadakat ve vefayı her gün katletmektedir. Kadın-erkek ilişkilerindeki bütün güzellikleri çamura gömmektedir. Kadın bataklığa terk edilmiştir.
Kadına öncelik devrim yasası
Halk belediyesinde kadın öndedir.
Kadına öncelik bir devrim yasasıdır, Cumhuriyet ilkesidir.
Çağdaşlığın, eşitliğin, özgürlüğün güvencesi kadındır.
Çocuklarımızın geleceği, kadınların özgürlük ve eşitliğindedir.
Kent ve mahalle hayatını güzelleştiren, kadındır.
Toplumda, çalışma hayatında, eğitimde, sporda, sağlıkta, sanatta, yolda ve mahallede kadına öncelik, çağdaş ve özgür yaşamın temel güvencesidir.
Kadının onuru toplumun onurudur
Halkçı belediye, erkek ile kadın arasındaki eşitsizlikleri toplum hayatının her alanından bütün ekonomik, toplumsal ve kültürel temelleriyle kaldırmak için seferberlik yürütecektir.
Kadının onuru, toplumun onurudur. Kadın onuruna saygının toplum hayatında olağanlaşması için, eğitimin, sanatın ve kültürün bütün olanakları değerlendirilecektir.
Belediye çalışanlarının en az yarısı kadın olacaktır. Çalışan kadının hakları gerçekleştirilecek, eşit işe eşit ücret sağlanacaktır.
Kadına karşı şiddet, hakaret, aşağılama ve haksızlıkların bütün toplumsal temelleriyle kaldırılması için, her alanda kadınların etkin katılımıyla mücadele yürütülecektir. Gerekli kurum ve organlar oluşturulacaktır.
Şiddete ve haksızlığa uğrayan kadınların korunması, toplum hayatına ve üretime katılması için kurumlar ve evler kurulacaktır. Şiddete ve haksızlığa uğrayan kadına yaşamını insanca sürdürmesi ve hakkını araması için her alanda destek olunacaktır.
Kadınların kültürel ve siyasal hayatta önder ve yaratıcı roller üstlenmesinin önündeki engeller temizlenecektir. Bu amaçla mahallelerde yeterli kreş ve yuva açılacaktır.
Kadınları bedenlerini satmaya zorlayan ve aileleri büyük acılara iten ekonomik ve toplumsal koşulların giderilmesi için belediyenin bütün olanakları seferber edilecektir.
Aile korunacaktır. Aile içinde kadının kişilikli, çağdaş, eşit ve önder konumda olması, en temel kültür ve eğitim ilkesidir.
Kadınla özgürleşen ve güzelleşen mahalle hayatı
İnsancıl kentin temeli mahalledir.
Mahallenin hayat kaynağı ise kadınlardır.
Halk belediyesinin her mahallesine mutlaka park, bahçe, çocuk bahçesi, spor salonları ve alanları, kültür merkezleri, tiyatro, düğün ve toplantı salonları yapılacaktır.
Belediye hizmeti, mahalleden, sokaktan başlayacaktır.
Mahallenin eğitim, kültür, spor ve eğlence hayatına kadınların etkin ve önder katılımı, belediye hizmetinin başarı ölçüsüdür.
Halkevlerinin öncü kadınları
Mahallenin kültür, spor, sanat ve eğlence hayatı Halkevleriyle kurumlaştırılacaktır.
Halkevlerinin bütün yönetim ve çalışma kurullarının, üyelerinin en az yarısı kadınlardan oluşacaktır.
Toplumun eğitiminin özü: Kadının eğitimi
Kadının eğitimi, toplumun eğitiminin özüdür.
Halk belediyesi, Halkevlerinde kadının eğitimini birinci görev olarak yerine getirecektir.
Eğitimin amacı, kadının toplumdaki onurlu, özgürleştirici, üretici, yaratıcı ve etkin yerini almasıdır.
Sağlıklı kadın ve çocuk: Sağlıklı toplum
Sağlık hizmeti, Halk belediyesinde mahallelerden başlayacaktır.
Kadın sağlığı, toplum sağlığının esasıdır.
Koruyucu sağlığa öncelik verilecektir. Halk sağlığının korunması, mahalledeki kadından ve çocuktan başlayacaktır.
Bu amaçla Belediye Hastaneleri kurulacak ve mahallelere gezici sağlık hizmeti sunulacaktır.
Yaşlı kadınlar, ölümü beklemekten kurtarılacaktır. Her mahallede yaşlıların mahalle hayatından uzaklaşmadan, mahalle halkıyla iç içe dinlenmeleri, iş yapmaları, sanat ve kültür hayatına katılmaları için olanak ve kurumlar oluşturulacaktır.
Kadınlar en öne!
İşçi Partisi olarak, kadınlarımızı Halk belediyelerini kurmak için göreve çağırıyoruz.
Kadın onuru ve kadınların öncülüğü için kadın-erkek bütün halkımıza sesleniyoruz.
Türkiye’de Öncü Kadın için, İşçi Partisi’nde görev alalım ve yerel yönetim seferberliğine katılalım.
Hak verilmez alınır.
Kadınların özgürlük, eşitlik ve onuru için, kadınlar en öne!
Haydi Mustafa Kemal’in kadınları, Atatürk’ün kızları görev sizindir.

DOĞU PERİNÇEK




9 Nisan 2014 Çarşamba

HER YER KARANLIK, DÜNYAYI NE HALE GETİRDİLER ...

7 Nisan 2008 tarihli günlüğüm

Gazetede, Akdeniz Üniversitesi'nde sağcı ve solcu öğrenciler arasında çatışma çıktığı haberini inceliyorum; sağcı öğrencilerin ellerinde taş, sopa, zincir, bıçak ve gözlerinde cehaletin karanlığı, sevgisizliğin, nefretin hıncı ... Bunlar en ufak bir dolduruşta insanı lime lime parçalayabilecek potansiyele sahip kara kalabalık ... Nazım'ın dediği gibi, sana düşman bana düşman, düşünen insana düşman ... Ürperiyorum görüntülerinden. Çocuklarım bu dünyayı o kara yürekli, kara beyinli kalabalıkla paylaşmak zorunda. Üniversitede benim sevgiyle yetiştirdiğim çocuklarıma da saldıracak bunlar, diye dehşete düşüyorum. İki kişi ateş etmiş solcu öğrencilerin üstüne; canilerden birinin resmi gazetede; elinde silah, siyahlar giyinmiş, başı kel, alnında kılıç dövmesi, kara sakallı gulyabani gibi, dev gibi iri bir adam. Çok korkutucu görüntüsü. Ruhu, kalbi daha da korkutuyor beni; ya kuzucuklarımın karşısına çıkarsa !!! Kim bilir neyin karşılığında bu gayreti ??? Vatan-Millet-Sakarya diyerek girişmez kimse böyle işlere; kim bilir kimlerin maşası, ne vaatlerle çıktı o sahneye, katilliğe soyundu büyük bir zevkle ...



Güneydoğu'da 5 liraya polis taşlayan çocuklar da bunlardan işte. Bu cehalet, bu yoksulluk olduğu sürece ülkem aydınlık günlere ulaşamayacak korkarım. Başbakan, kadınların en az üç çocuk doğurmasını istedi, sonra, Emine Hanım'ın o koşullarda dört çocuk yaptığını söyleyerek, doğurmamız gereken çocuk sayısını beşe altıya çıkardı. Bu iktidarların sürmesi kara kalabalığa bağlı çünkü ... Cahil ve kömür, gıda erzağına muhtaç bırakılmış, düşünmeyen, sorgulamayan kara kalabalıklar sayesinde  iktidarlarını sürdürebilirler ancak ve varlıklarının devamı için kolayca kandırabilecekleri o yoksul, bilinçsiz zavallıların hiç aydınlanmamaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Milleti başörtüsüyle oyalayarak, Meclis'ten ne yasalar geçiriyorlar ... Vatan toprağı parsel parsel satılıyor; tarım, hayvancılık, sanayi yok edilmiş, dışa bağımlı olmuşuz, cahil güruhun umurunda mı ??? Onlara başörtülerini, kara çarşaflarını ver, adına ileri demokrasi de, ahiret, cennet hayalleriyle uyut; bu tarafta gelsin çocuklarını bilmem kimin binlerce dolarlık bursuyla Amerika'da okutmalar, oğullarına gemicikler, fabrikalar, karılarına 6-7 asgari ücret karşılığı gözlükler, çantalar, imam nikahlı eşlere Metris'te adı Metrestepe'ye çıkan binalarda garsoniyerler; dindar değil dinidar sapıklar, beyinleri şeylerinde seks manyakları ...

Ülkemin bu kişilerin elleriyle itildiği karanlık günler herkeste ümitsizlik yarattı. İnsanlarda geleceğe güvensizlik, kaygı, endişe, belirsizlik, ne olacağız, ülke uçuruma sürükleniyor korkusu ... İnsanlar neşesini kaybetti, yaşama sevincini kaybetti ... Ekonomi tepetaklak, işsiz ordusuna her gün yenileri ekleniyor, her gün bilmem kaç esnaf dükkan kapatıyor, dış borç ülkeyi yarı sömürge durumuna getirmiş ... Hükumet bunları düzeltmek için hiç bir çaba göstermezken, "Biz başörtüsü uğruna ölümü göze aldık, bu yola beyaz çarşafla yani kefenimizle çıktık." diyorlar. Her geçen gün kapanan kızlara yenileri ekleniyor. Baba-abi-koca-oğul baskısıyla kapanmaya zorlanan kadınların giysileri biz açıklardan çok daha dikkat çekici, gözalıcı  ve şehvet uyandırıcı; çarpıcı renkler, daracık pardesüler, ağır sahne makyajı ... Türk kültürüne uzak Arabi bir hava var etrafta, birileri kandırılıyor ama farkında değiller. Dinin bütün gereklerini yerine getirdiler de sıra başörtüsüne geldi sanki. Hani, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyen Peygamberimizin Hadisi !!! Mesele inanç değil, sadece siyaset, Amerikan emperyalizminin daha fazla sömürmek için dayattığı Ilımlı İslam politikası; kime anlatacaksın ???



Öğrencilerim de ilköğretimden mezun olur olmaz tesettüre sokuluyor, kızların çoğu liseye yazdırılmıyor, ahlakları bozulur, kötü yola düşerler diye. Kurbanlık koyun gibi çaresiz boynunu bıçağa uzatan o kızlarımın gözlerindeki hüzün beni kahrediyor. Annelerinin kaderini devam ettirecek olmak korkutuyor onları . Dokuz-on çocuk doğurmak, koca baskısı altında yaşamak, genç yaşta kocalıp dünya kadar hastalık sahibi olmak bekliyor onları. Bakışlarındaki umutsuzluk, keder bu yüzden; korkuyorlar geleceklerinden ... Ben üç kızımı cehaletin pençesinden alıp liseye yazdırdım, velileri oldum, dersaneye gönderdim, iyi kötü şeytanın bacağını kırdılar, peki ya diğerleri ????

5 Mart 2014 Çarşamba

DEVRİM OLMADAN AŞK DA OLMUYOR İNSAN DA...

29.03.2008 tarihli günlüğüm

Ülkem ateş çemberinden geçiyor. Herkeste tedirginlik, ümitsizlik, güvensizlik ... Özellikle aydın, laik, Atatürkçü, Cumhuriyetçi kesimde korku ... Gazeteci Rauf Tamer, böyle bir gerginlik, öfke, nefret ve husumeti hiç görmediğini yazmış ve devam etmiş; "Böyle tehlikeli bir süreç hiç görmedim. Bundan kötüsünü yaşamadım." Yazgülü Aldoğan da, "Durup durup, 'Kendimi hiç bu kadar kötü, hiç bu kadar karamsar hissetmedim. Bir an yok ki, her şeyi boş verip şöyle rahatlayayım, mümkün değil, olmuyor ve hatta kazara kendini iyi hisseden birileriyle birlikte olursam, bu ne vurdumduymazlık, diye rahatsız oluyorum! Etrafımdan öyle negatif bir elektrik alıyorum ki, ürperiyorum." diyor.

Kendimi, her şeyin yolunda olduğuna, benim olayları abarttığıma inandırmaya çalışıyordum fakat gördüm ki herkes aynı korkuyu yaşıyor. Bir de düzmece bir dosyayla sekiz aydını sorguya almaları, durumun zannettiğimden daha feci olduğunu gösterdi. Kendilerini eleştirenlere gözdağı vermek için oyun tezgahladılar. Ülkeyi uçurumun kıyısına götürdüler, insanları birbirine düşman ettiler. Türbanlı-türbansız, Kürt-Türk, hiç bu gün olduğu kadar zıtlaşmamış, kutuplaşmamıştı bu ülkede. Adam ekonomiyi düzeltemeyince oya endeksli türbanı doladı memleketin başına. Kafayı örtüyle kapatmışken, yoksul kesim öbür dünyanın hayaline sığınmış, bu dünyadan ümidi kesmişken, onların oğullarına gemicikler, fabrikalar, ihaleler ... Sanki, sıra bizde, biraz da biz yiyelim bu devleti, diyerek geldi bu takkeli, tespihli, cüppeli güruh ... Karanlık yüzleri, karanlık emelleriyle çöreklendiler memleketin üstüne. İnsanlarda korku, dehşet, güvensizlik yaratıyorlar. Alacakaranlık kuşağına girmiş gibiyiz. İslamiyeti parsel parsel satıp beceriksizliklerini, doymak bilmeyen iştahlarını, sinsi emellerini gizliyorlar. İnsanlar örtüyle, şeriat özlemiyle, dört kadın alacaklarıının hayaliyle avunurken, ne yasalar geçiriyorlar, ne vurgunlar vuruyorlar, memleketi  ne büyük  zararlara uğratıyorlar ... Cumhuriyetin tüm kazanımlarını, geleceğimizi satıyorlar yok pahasına. Amerika'nın sömürü planlarını yürürlüğe koyuyorlar, halkı uyutup ...


Bizim okulun kantincisi kadının bile gözü açıldı da, başımı örteyim de vatana ne olursa olsun, diyen o üniversiteli kızcağızların gözü açılmadı. İktidardakilerin makam, mevki, para hırslarına, koltuk sevdalarına alet edildiklerinin farkına varamadılar. "Bunlara oy veren elim kırılsın; bunlar müslüman değil. Bunlar insanları birbirine kırdıracak, iç savaş çıkaracaklar, çok korkuyorum." diyor bizim kantinci. "Eskiden başörtüsü serbest olsun, diyordum, şimdi onu da demiyorum; başörtüsünün altında ne oyunlar varmış, gözüm açıldı, serbest olmasın." diyor şimdi. Onun gibi kendini geliştiren, gerçeklerin farkına varan kaç tane okumamış kadın var ki!... Bu memlekette üniversite mezunları bile tarikat şeyhlerinin elini ayağını öpüyor. Sözde tarikat şeyhi Müslüm Gündüz'ün cariyesi olan üniversite mezunu Fadime Şahin'i unutmadık daha ... Gazetede resmi var; Said-i Nursi'nin öğrencilerinden birinin önünde sıra olmuş devlet memurları, adamın elini öpmek için. Birisi de Yazgülü Aldoğan'a mektup yazmış; "Ben bir eğitimciyim; o mübarek şahsın değil elini, ayağını bile öperim." diyor. Hazreti Muhammed kime elini ayağını öptürmüş; bunlarınki sapkın bir din anlayışı; din dışılık ... Bir öğretmen olarak o adamın sözlerinden utanç duydum; o utanmıyor ama ben utandım onun adına. Bu karanlık, kör cehaletin kuytularında dolaşan insanlar korkutuyor beni ve herkesi. Atatürk'e hakaret ediyorlar, cehaletlerinin verdiği cesaretle; bağımsızlık olmayınca dinin de olmayacağını düşünemeyecek kadar küçücük ve zavallılar. Biraz okusalar, düşünebilseler, fikir yürütseler, Müslüman ülkeler içinde en ileri düzeyde Türkiye'nin olduğunu, bunu da Atatürk'e borçlu olduğumuzu görebilirlerdi. Hoş bugün emperyalizmin sözleşmeli memurları sözde seçilmişler tarafından yine aynı noktaya getirilmedi mi Türkiye; yarı sömürge değil miyiz!!! Hep Amerika'nın çıkarları, hedefleri, planları, programları değil mi bizi bu hale getiren ??? Güzelim ülkemizde huzur içinde yaşamamıza izin vermediler. Bu halkın ahını er geç çekecekler; bize reva gördükleri yokluk ve acıların kat kat fazlasını diliyorum onlar için.

26 Şubat 2014 Çarşamba

KOCA İYİ OLSAYDI ADI KONCA GÜL OLURDU

Ankara Telsizler'de lise ve üniversite yıllarım geçti. Apartmanımızda oturan İkbal Teyze sık sık bize oturmaya gelirdi. Aradan geçen otuz beş yıldan sonra İkbal Teyzenin sadece iki cümlesi kalmış aklımda: 'Kocayı koca koca taşlar altında kalsın.' ve 'Koca iyi olsaydı, adı konca gül olurdu .' O yıllarda gülüp geçtiğim bu sözlerin doğru olduğunu, bir ömrü, gençliğimi, güzelliğimi, hayallerimi akıl dengesi bozuk, kendine aşık bir adamı kazanma umuduyla ziyan ettiğim yirmi üç yıldan sonra anladım.

Altı yıl önce günlüğüme şunları yazmışım; al sana bir üzüntü sebebi daha; neden ayrılmak için bu kadar bekledin; NEYİ BEKLEDİN ????????

Birbirimizden beklentilerimizi en alt düzeye indirip devam etmeye çalışıyoruz işte ... O da çaba gösteriyor kendince; öfke patlamalarına dikkat ediyor ama ben yine de ateşkesin kısa bir süre olduğunu biliyorum, daha önceki durumlarda olduğu gibi ...

Neyse, Gökçe'nin hali içimi kıydı dün; lise giriş sınavına çalışmaktan öyle bunaldı ki, birden sinirleri boşaldı. Sanki başka biriydi dün... Boş, anlamsız gözlerle bakıyor; durmamacasına ağlıyordu.  Sorunlar, geleceğe güvensizlik, kazanamama korkusu bitirdi çocuğu. Lanet olsun bu sisteme !!! Çocuklarımızı kurban gibi önüne atıyoruz, içimiz parçalansa da çare yok; gözlerimizin önünde çocukluklarının, heveslerinin, umutlarının, hayallerinin, yaşama sevinçlerinin sönüp gitmesini seyrediyoruz. Akşama kadar ağladı, içindeki sıkıntıyı bir türlü atamadı dün.

Babasıyla yaşadığı iletişim ve anlaşılamama sorunları da büyük etken elbette, yaşadıklarının onu bu derece yıpratmasında. Babasının kendisiyle ilgili beklentilerine cevap veremediğini düşünüyor ve iyi bir okul kazanamazsa babası tarafından bakışlarla ve sözlerle kınanacağını, sürekli taciz edileceğini düşünüyor. Doğrusu Serkan, hiç de sağlıklı bir tutum göstermedi bu süreçte; Gökçe kaygılarında haklı. Arada ben yıpranıyorum. Sözlerini birbirlerine yumuşatarak söyleyip, uzlaştırmaya, aralarında köprü olmaya çalışıyorum fakat iki taraf da olumlu adım atmayı beceremiyor. Gökçe, zaten babasıyla bugüne kadar sınav dışında bir paylaşımları olmadığını, babasının kendisiyle ilişkisini kesmesinin bir kayıp olmadığını söylüyor. Serkan'ın ise, baba-kız ilişkisinin, iletişiminin nasıl olması gerektiği konusunda en ufak bir fikri yok. Benimle yaşadığı iletişim sorununu, güven vermeme durumunu Gökçe'yle de yaşıyor. Bütün çabalarıma rağmen, sevgi-saygı dolu bir aile ortamını sağlayamıyorum; hep gerginliği azaltmaya, ortamı yumuşatmaya çalışıyorum, bu çaba beni yıpratıyor, psikolojimi bozuyor ama sonuçta kimse kazanmıyor; herkesin kaybettiği bir düzen bizimki. Hayalimdeki aile bu değildi...

Serkan, bu zor günlerde bana destek olmak bir yana, adeta benim kocam değil, üçüncü çocuğum, huysuz, geçimsiz, en ufak bir sorumluluğu üstlenmekten kaçınan hayırsız evlat ... Destek olmasından, sorun çözmesinden geçtim, onun varlığı başlıbaşına sorun zaten. Her zaman olduğu gibi, hayatı kendine ait; istediği zaman arkadaşlarıyla eğlenmeye, balık tutmaya gider; evlendiğimiz ilk günden beri hürgeneral o ... Hayatımıza dahil olduğu zamanlarda ise talep eder, ister, eleştirir, kınar, aşağılar ... Gökçe ile akşam beş çaylarındayken mesaiden döndüğünde az hakaret etmedi bana; 'Sen nasıl annesin, kendi çocuğuna düşman mısın, bu kızın yeme ve yatma dışında bütün zamanını test çözmeyle geçirmesi gerekiyor. Sen oturmuş kızla çene çalarken kaç bin kişi sınavda onun önüne geçti,' diyerek. Onun mesai dönüşünün bizim dinlenme saatimize denk geldiğini, adı üstünde beş çayı olduğunu, sabahtan beri çalışıp yeni oturduğumuzu söylerdim her seferinde ama durum değişmedi; şimdi ben Gökçe'yle akşam çayındayken kapı çalınca, Gökçe  hemen odasına kapanıyor, babası test çözerken görsün diye.








GÜCÜNÜZ KADINLARA YETİYOR DEĞİL Mİ !!!

18 Şubat 2014 Salı günkü Aydınlık'ta 'Şiddet Gören Kadınların Öyküleri Kan Dondurdu' adlı haber, Türkiye'de kadının içler acısı halini bir kez daha ortaya koyuyor. Bir kez daha o kadınların hayat denilemeyecek hayatını, kurtuluş olarak gördükleri ölümlerini, töre adı altında infazlarını, kör kuyulara atılmalarını okuyor ve bize çok uzak bu hikayeleri anında unutup, günlük hayatın tatlı telaşlarına düşüyoruz. Topuklu ayakkabıları, mini etekleriyle o çay senin, bu yemek benim, salınarak, en sıkı  Atatürkçü geçinen, çoktan  emperyalizmin hizmetine girmiş parti yönetimine sorgulamadan biat eden kadınlar, tapındıkları partiye  oy vermeyenlere, "Sen vatan hainisin, nasıl Atatürk'ün partisine oy vermezsin, nasıl oyları bölersin...." diye bozuk plak gibi söylenip dururlar. Bu arada on iki yaşında kızlar altmış yaşındaki erkeklerin koyunlarına sokulur; babasının, amcasının, abisinin tecavüzüne uğrayan kızlar kör kuyulara atılır ya da ahıra kilitlenerek önüne kendini asması için ip atılır; kimin umurunda !!!

Bir kez daha sözün bittiği yerdeyim; sözü Özlem Konur Usta'ya bırakıyorum.

. "Şiddet yaş tanımıyor. 15’inde sığınma evine gelen de var, 60’ında olan da... En çok ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlar şiddet görüyor. Şiddet gören kadınlar CHP milletvekillerine yaşadıklarını anlattı.
CHP Kadın ve Çocuk Hakları İnceleme ve İzleme Komisyonu üyeleri Ankara, Gaziantep ve Tekirdağ’da kadın sığınma evlerini ziyaret etti. CHP milletvekilleri Nedret Akova, Candan Yüceer, Ayşe Eser Danışoğlu, Sena Kaleli ve Parti Meclisi üyesi Gül Çiftçi sığınma evlerinin koşullarını rapor etti.
Raporda şiddetin önüne geçmek için, “Kadının eğitim düzeyinin artırılması, istihdamda daha fazla yer bulmasının sağlanması” önerileri yer aldı. Üç şehirdeki sığınma evlerinde yaşayan kadınlar, milletvekillerine yaşadıklarını da anlattı.
* Ayağına zincir takıyordu
37 yaşında, 11 senelik evli. İlkokul mezunu, hiç çalışmadı. 6 aydır sığınmaevinde. Bipolar bozukluk nedeniyle tedavi görüyor. Çocuklarını yuvaya verip, ailesinin yanına gitmeyi düşünüyor. Şiddet ilk olarak kıskançlıkla başladı. Hiçbir zaman düzenli bir işi olmadı. Şizofren hastası olan kocası, ayağına zincir takıyordu. Zincirleri tuvalete gideceği zaman açıyordu. Kıskandığı için camlara bile duvar ördürdü.
* ‘Kapıyı neden geç açtın?’
28 yaşında. 9 yıldır evli. 1 aydır sığınmaevinde kalıyor. 7 yaşında okula giden bir oğlu var. Eşi çalışmıyor. Şiddet 4 aylık hamileyken başladı ve sürekli devam etti. Şiddet nedenleri: Kapıyı neden geç açtın? Senin yüzünden işten çıkarıldım! 3 kez, üvey annesinin olduğu ailesinin yanına gitti. Birinde 6 ay kaldı. Kasiyerlik yapmaya başladı. 2 yaşındaki çocuğuna ailesi bakmak istemediği için geri dönmek zorunda kaldı. Devlet tarafından koruma kararı çıkarıldı. “Ben annesiz büyüdüm, bunu çocuğuma yaşatmak istemezdim; ancak mecbur kaldım” diyor.
* Keserle kafasına vurdu
36 yaşında. 6’ncı çocuğa hamile. 1 aydır sığınmaevinde. 14 yaşında birinci eşi ile ailesinin izni olmadan kaçarak, imam nikâhı ile evlendi. İlk evliliğinden 3 çocuğu oldu. 9 sene evli kaldı. Eşi sürekli şiddet uygulamaya başladı, “keserle kafasını” yaraladı. 1 sene annesinin yanında kaldı. Üvey babası “evlendirmek lazım” diye akrabası ile evlendirdi. İkinci eşinden de 1 oğlu, 1 kızı oldu. 1 yıl sonra boşandı. Eşi, içkiye ve gece hayatına düşkündü. İlk eşinden olan çocuklarını 7 sene boyunca göremedi. İkinci eşinden olan çocukları da babasında. Bir başkasından çocuk bekliyor. Annesi ve üvey babası kendisine sahip çıkmayacaklarını söylüyor.
* Burnuna şiş soktu
24 yaşında. 2 aydır sığınmaevinde. 6 yıldır evli, 3 çocuklu. Okuma yazması yok. Doğu Anadolu’nun bir şehrinden geldi. 3-4 yıldır Ankara’da yaşıyor. Görücü usulüyle evlendi. Eşi hemen her gün şiddet uyguladı. Ellerini ayaklarını bağlayıp bıçakla burnunu kesti, burnuna şiş soktu, işkence yaptı. Eşi şiddet uyguladığı için 2 aydır cezaevinde. Evliliğinin üçüncü senesinde ailesinin yanına gitti. Eşi “pişmanım” dediği için geri döndü, ancak hamileyken de şiddet devam etti.
* ‘Kefenle çıkarsın’
60 yaşında. 2 aydır sığınmaevinde kalıyor. 37 senedir evli, 6 çocuğu var. Eşi emekli polis. Evlenir evlenmez şiddet görmeye başladı. Şiddetten bunalıp ailesinin yanına gittiğinde abisi dövüp “Kefenle çıkarsın” diyerek geri gönderdi. Şeker hastası. Eşi 4 sene önce bıçakladı, ancak korkusundan şikâyetçi olmadı. Boşanmak istediyse de çocukları da, komşuları da korkusundan şahit olmadı. Savcılığa müracaat ettiğinde, sığınmaevine yönlendirildi.
* 4 kız kardeş
4 kız kardeş, en büyükleri engelli. Anne, baba ve ağabeyi tarafından şiddet gördükleri için sığınmaevine başvurdular. 7 kardeşler; 4 kız, 3 erkek. Evde konuşma hakları yok. Anne hakaret edince, kavga çıktı ve üniversite mezunu kızını boğmaya kalktı. Kız kardeşler, jandarmayı aradı. Böylece sığınmaevinde kalmaya başladılar. 45 gündür sığınma evindeler. Biri maliye mezunu, KPSS sınavına girecek. Diğeri liseye hazırlanıyor.
Çalışan kadın şiddete daha uzak
Raporda 15’inden 60’a kadar her yaştan kadının şiddet gördüğü vurgulandı. Sığınmaevleri izleme raporunda şiddeti doğuran nedenler şöyle sıralandı:
* Ekonomik bağımsızlığını elde edemeyen kadınlar, bağımlılık ilişkisi nedeniyle aile içi şiddetten uzaklaşamamaktadır.
* Kadınların eğitim olanaklarından yararlanamaması, şiddeti doğurmaktadır.
* Ailenin, “Girdiğin yerden kefeninle çıkarsın” anlayışı, kadının gidecek bir yeri olmayışı, ailenin şiddet gören kadına kol kanat germemesi şiddeti doğurmaktadır.
* Çocuk “gelin” vakaları şiddet ortamına zemin hazırlamaktadır.