29 Nisan 2014 Salı

YORULDUM PATRON ...

Hayatımızda kendi tercihlerimiz vardır, bir de seçme şansımız olmadan hayatımıza kabul etmek zorunda olduklarımız … Akrabalarımdan çoğu, seçme şansım olsaydı asla seçmeyeceğim fakat bana bağlı olmayan nedenler sonucu kabul etmek zorunda olduğum kişiler olmuştur hep. Hep hayatımı zorlaştırmış, sürekli sorun üretmiş, benim ayakta kalmak, güçlü olmak için verdiğim zorlu mücadeleyi görmeden, Amerikan rüyasında olduğu gibi iyi bir eş, bir kız bir oğlan iki çocuk ile hayallerindeki gibi bir hayata sahip olduğumu düşünmüşlerdir. Ben ne yaparsam yapayım onlardaki bu algıyı değiştiremedim ve onları hep kendime uzak, yabancı hissettim.

Hayat yolunda benimle aynı zaman diliminde yaşamamış olsalar da kendime çok yakın hissettiğim, varlıklarında kendimi bulduğum kişiler sayesinde hayatın acılarına, zorluklarına katlanabildim. Bu kişilerden biri de, Stephan King’in  romanından sinemaya uyarlanan Yeşil Yol adlı filmde Michael Clarke Duncan’ın canlandırdığı  dev cüsseli saf kalpli John Coffey’di.

 Roman 1930'larda ABD'de ağır suçlar işlemiş ve idam cezaları almış mahkumların bulunduğu Could Mountain hapishanesinin E bloğunda geçer ve hapishane gardiyanlarından Paul Edgecombe'un ağzından anlatılır. Ölüm sıralarını bekleyen mahkumlara bir de isim takılmıştır: "Yürüyen Ölü". Mahkumlar 'İhtiyar Sparky' (Kıvılcım Saçan) diye adlandırdıkları elektrikli sandalyede cezalarının infaz edilmesi için sıralarını beklerlerken, buraya getirilen dev cüsseli ve saf kalpli John Coffey adındaki mahkûm başta Paul Edgecombe olmak üzere herkesin hayatını değiştirecektir.

John Coffey iki küçük kıza tecavüz ederek öldürmek suçundan yargılanıp idama mahkûm edilmiştir. Ancak bu vücudu iri yarı ama beyni ve kalbi çocuk gibi olan siyahi adam, idamlıklar koğuşuna getirildiği andan itibaren tüm insanlara hatta farelere bile gösterdiği derin sevgi ve merhametle gardiyanların ve mahkumların sempatisini kazanır. Gardiyanlar Coffey'in bu suçu işlememiş olabileceğini düşünmeye başlarlar. Ayrıca Coffey bazı garip güçlere de sahiptir. Ölmüş bir fareyi diriltir, gardiyan Paul Edgecombe'un bir türlü geçmeyen hastalığını nefesiyle iyileştirir ve hapishane müdürünün ölümcül bir hastalığa yakalanmış karısını sağlığına kavuşturur. Psişik güçleri ile Edgecombe'a suçla ilgisi olmadığı olay anını gösterir. Artık bu insanlar Coffey'in suçsuzluğuna emindirler ama yargı kararını vermiştir bir kere ve infaz gerçekleştirilecektir.

John Coffey, etrafındaki  insanların acılarını tüm benliğiyle hisseden bir yaradılışa sahiptir ve engel olamadığı felaketler nedeniyle çok acı çekmektedir. Bana, dünyada kendine en yakın hisettiğin kişi kim, diye sorsalar hiç düşünmeden John Coffey, derim; romanı okuyup filmi  izleyince o çocuk yürekli koca adamın bana ne kadar benzediğine şaşırdım. Ben de dünyanın en uzak köşesinde de olsa acı çeken insanların acılarını kendim yaşıyormuşum gibi hissediyor ve acı çekiyorum.  John Coffey'in şu sözleri  ilk duyduğumdan beri yıllar yılı kafamın içinde yankılanır durur, sanki ben söylüyormuşum gibi :

Yoruldum patron … Yollarda yağmurdaki bir serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum. Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım. Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri. İnsanların birbirine kötü davranmasından bıktım. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan bıktım. Çok fazla var, sanki her an için kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor musun? Karanlıktan korkuyorum patron lütfen ışığı kapatma.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder