7 Aralık 2008 Pazar tarihli günlüğüm
İlk defa bu doğum günümde "İyi ki doğdum!" demek istedim ve doğum günlerimde Serkan'dan hatırlanmayı beklemeyi bıraktım. Özel günler ona oldum olası eziyet olmuştur; hatırlamak, hediye almak, kadına değer vermek, hele ki bana ... bunlar onun kişiliğine ters gelen davranışlar. Bu gün ilk defa doğum günümü hissederek yaşadım.
Eski okulumdan iki öğrencim çiçek alıp okula gelmişler; boş derslerimde, hazırladığım okul dergisi için matbaaya gitmiştim, çocuklar beni okulda bulamayınca eve telefon etmişler; Gökçe, parkın orada buluşup almış çiçeği. Geçen yıl da bana sınıfça doğum günü partisi düzenlemişlerdi. Pastayı keserken bütün sınıf, "İyi ki doğdun Hocam" derken birden, ""İyi ki doğdun Anne" demeye başlayınca çok duygulanmış, bastıran ağlama isteğini zor zapt etmiştim. Öğretmenlik hayatım boyunca aldığım en büyük armağandır bu anım ...
Bu gün ilkin arkadaşım Tülin'le, Cem Yılmaz'ın AROG filminin ilk gösterimine gittik. Bir kaç espri dışında kimse gülemedi. Uzadıkça uzadı film, gece on birde bitti. Oradan, Aile Meyhanesi diye bilinen bir yere gittik. Klarnet, kanun ve darbuka ile fasıl müziği vardı. İkişer bira içtik. On ikide müzik bittikten sonra saat bir buçuğa kadar sohbet ettik. Eve döndüğümüzde Tülinlere çıktık, annesi otlu börek ve ev ekmeği yapmıştı, sıcak sıcak yedik. Sabahın dördüne kadar sohbete devam ... Eve gelir gelmez Serkan kapıda karşıladı, "İyi misin?" diye sordu. Galiba o saate kadar içtiğimi sanmıştı. Balığa gideceğini söyledi, saat beşe doğru bir buçuk saat mesafede bir yere balık tutmaya gitti.
Son zamanlarda Serkan'ın aksiliği, öfkesi iyice artmıştı. Sudan sebeplerle tartışma çıkarıyor, bizi sürekli taciz ediyor, evin içinde pimi çekilmeye hazır dinamit gibi gezinip duruyordu. Her zaman arkadaşlarının yanında şen şakrak, şeker şerbet biriyken evde somurtkan, tahammülsüz bir insandı fakat son zamanlarda aramızdaki gerginlik artık elle tutulur bir hale gelmişti neredeyse. Sorunları konuşamıyorduk bile. Benim, çözüme zorlamak veya çözümsüzlüğe, incinmişliğime, hakaretlerine tepki olarak gösterdiğim davranışlarıma aynı şekilde suskunlukla karşılık verince, onu kazanabileceğime olan inancım iyiden iyiye sarsıldı. Ben darılıyor, konuşmuyorsam o da küsüyor. Ben sırtımı dönüp yatıyorsam, o da yatağın diğer ucuna gidip sırtını dönüyor.Zaten sorunları konuşmak da çözüm olmamıştı hiç bir zaman. Ben, onun sinirlerinin bozuk olduğunu söyleyip psikiyatriste gitmeye razı etmek için uğraştıkça, o da asıl benim ruh hastası olduğumu söyleyip, "Çocukları bana karşı kışkırtıyorsun, onları zehirliyorsun..." diyordu. Ben yıllardır sorumluluklarını yerine getirmediği, hayatın bütün yükünü benim üstüme yıkıp kendi hayatını yaşadığı için pişmanlık duyup özür dilemesini beklerken; onun, kendisinin yıllardır ruh hastası bir kadını idare ettiği için çok yüce ruhlu olduğunu söylemesi bende ipleri kopardı. O anda yaşlılığımı onunla geçiremeyeceğimi, buna gücümün yetmeyeceğini anladım. On sekiz yılımızı birlikte geçirdik ama hiç bir zaman 'bir' olamadık, 'birlik' olamadık, 'biz' olamadık. Olma ümidimi yitirince gerçekler gözüme açık seçik göründü. Ben, hayalimdeki evliliği yaşatmak için yıllardır kendimi kandırmışım. Beni sevmediği, kadın olarak görmediği, değer vermediği ortadayken, ben görmezden gelmişim; kendimi, beni sevdiğine inandırmışım. Birbirimize çok yakıştığımıza, güzel bir evlilik yaptığımıza, imrenilecek bir beraberliğimiz olduğuna inandırmışım kendimi. Gökçe bile, Serkan'ın bana yaşattığı acılardan, ihanetten hiç bahsetmemiş olmama rağmen, aile içindeki ilişkilerimizi değerlendirerek şöyle demişti bana; "Sen gerçekten babamın seni sevdiğini mi zannediyorsun, bu yaştasın ama Teletabiler (çocukken en sevdiği karakterler) kadar safsın, o seni kullanıyor!"
Çocukları, özlemini çektiğim aile yuvasında büyütebilmek için öyle çok acıyı, yükü omuzlamışım ki, birden korkunç derecede yorulduğumu hissettim. Kalbim zorlanmaya başlamıştı. Serkan'la ve geleceğimle ilgili belirsizlik psikolojimi bozmuştu. Sekiz aydır depresyon tedavisi görmeme rağmen toparlanamıyor, hayata tutunamıyordum. Ne yapacağımı bilemez durumda çaresizlikten kıvranıyordum. Bir türlü kendimi güvende hissedemiyordum. Sağlık sorunlarımla boğuşuyorken, Serkan'ı daha fazla taşıyamayacağımı, aksi halde sağlığımın ve hayatımın ciddi olarak tehlikede olduğunu gördüm. İçimde Serkan'a karşı acıma dışında hiç bir duygu kalmadı. Ne öfke, ne nefret, ne kin, ne de intikam duygusu, sadece merhamet ... Kurduğu küçücük dünyasında yaşıyor, o dünyaya, benden geçtim çocuklarını bile kabul etmiyor. Çocukların büyüme aşamalarını yaşamıyor, kendi etrafında dolap beygiri gibi dönüp duruyor. Çocuklarının güvenini ve saygısını kazanamamış olmak ona en büyük ceza, elbet bir gün bunun farkına varacak; benden alıp götürdüğü hayatım için ona bundan daha büyük ceza olmaz zaten ...
29 Nisan 2014 Salı
YORULDUM PATRON ...
Hayatımızda kendi tercihlerimiz vardır, bir de seçme şansımız olmadan
hayatımıza kabul etmek zorunda olduklarımız … Akrabalarımdan çoğu, seçme şansım olsaydı
asla seçmeyeceğim fakat bana bağlı olmayan nedenler sonucu kabul etmek zorunda
olduğum kişiler olmuştur hep. Hep hayatımı zorlaştırmış, sürekli sorun üretmiş,
benim ayakta kalmak, güçlü olmak için verdiğim zorlu mücadeleyi görmeden,
Amerikan rüyasında olduğu gibi iyi bir eş, bir kız bir oğlan iki çocuk ile
hayallerindeki gibi bir hayata sahip olduğumu düşünmüşlerdir. Ben ne yaparsam
yapayım onlardaki bu algıyı değiştiremedim ve onları hep kendime uzak, yabancı
hissettim.
Hayat yolunda benimle aynı zaman diliminde yaşamamış olsalar da kendime çok yakın hissettiğim, varlıklarında kendimi bulduğum kişiler sayesinde hayatın acılarına, zorluklarına katlanabildim. Bu kişilerden biri de, Stephan King’in romanından sinemaya uyarlanan Yeşil Yol adlı filmde Michael Clarke Duncan’ın canlandırdığı dev cüsseli saf kalpli John Coffey’di.
Roman 1930'larda ABD'de ağır suçlar işlemiş ve idam cezaları almış mahkumların bulunduğu Could Mountain hapishanesinin E bloğunda geçer ve hapishane gardiyanlarından Paul Edgecombe'un ağzından anlatılır. Ölüm sıralarını bekleyen mahkumlara bir de isim takılmıştır: "Yürüyen Ölü". Mahkumlar 'İhtiyar Sparky' (Kıvılcım Saçan) diye adlandırdıkları elektrikli sandalyede cezalarının infaz edilmesi için sıralarını beklerlerken, buraya getirilen dev cüsseli ve saf kalpli John Coffey adındaki mahkûm başta Paul Edgecombe olmak üzere herkesin hayatını değiştirecektir.
John Coffey iki küçük kıza tecavüz ederek öldürmek suçundan yargılanıp idama mahkûm edilmiştir. Ancak bu vücudu iri yarı ama beyni ve kalbi çocuk gibi olan siyahi adam, idamlıklar koğuşuna getirildiği andan itibaren tüm insanlara hatta farelere bile gösterdiği derin sevgi ve merhametle gardiyanların ve mahkumların sempatisini kazanır. Gardiyanlar Coffey'in bu suçu işlememiş olabileceğini düşünmeye başlarlar. Ayrıca Coffey bazı garip güçlere de sahiptir. Ölmüş bir fareyi diriltir, gardiyan Paul Edgecombe'un bir türlü geçmeyen hastalığını nefesiyle iyileştirir ve hapishane müdürünün ölümcül bir hastalığa yakalanmış karısını sağlığına kavuşturur. Psişik güçleri ile Edgecombe'a suçla ilgisi olmadığı olay anını gösterir. Artık bu insanlar Coffey'in suçsuzluğuna emindirler ama yargı kararını vermiştir bir kere ve infaz gerçekleştirilecektir.
John Coffey, etrafındaki insanların acılarını tüm benliğiyle hisseden bir yaradılışa sahiptir ve engel olamadığı felaketler nedeniyle çok acı çekmektedir. Bana, dünyada kendine en yakın hisettiğin kişi kim, diye sorsalar hiç düşünmeden John Coffey, derim; romanı okuyup filmi izleyince o çocuk yürekli koca adamın bana ne kadar benzediğine şaşırdım. Ben de dünyanın en uzak köşesinde de olsa acı çeken insanların acılarını kendim yaşıyormuşum gibi hissediyor ve acı çekiyorum. John Coffey'in şu sözleri ilk duyduğumdan beri yıllar yılı kafamın içinde yankılanır durur, sanki ben söylüyormuşum gibi :
Yoruldum patron … Yollarda yağmurdaki bir
serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum. Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım.
Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri. İnsanların birbirine
kötü davranmasından bıktım. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan
bıktım. Çok fazla var, sanki her an için kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor
musun? Karanlıktan korkuyorum patron lütfen ışığı kapatma.
Hayat yolunda benimle aynı zaman diliminde yaşamamış olsalar da kendime çok yakın hissettiğim, varlıklarında kendimi bulduğum kişiler sayesinde hayatın acılarına, zorluklarına katlanabildim. Bu kişilerden biri de, Stephan King’in romanından sinemaya uyarlanan Yeşil Yol adlı filmde Michael Clarke Duncan’ın canlandırdığı dev cüsseli saf kalpli John Coffey’di.
Roman 1930'larda ABD'de ağır suçlar işlemiş ve idam cezaları almış mahkumların bulunduğu Could Mountain hapishanesinin E bloğunda geçer ve hapishane gardiyanlarından Paul Edgecombe'un ağzından anlatılır. Ölüm sıralarını bekleyen mahkumlara bir de isim takılmıştır: "Yürüyen Ölü". Mahkumlar 'İhtiyar Sparky' (Kıvılcım Saçan) diye adlandırdıkları elektrikli sandalyede cezalarının infaz edilmesi için sıralarını beklerlerken, buraya getirilen dev cüsseli ve saf kalpli John Coffey adındaki mahkûm başta Paul Edgecombe olmak üzere herkesin hayatını değiştirecektir.
John Coffey iki küçük kıza tecavüz ederek öldürmek suçundan yargılanıp idama mahkûm edilmiştir. Ancak bu vücudu iri yarı ama beyni ve kalbi çocuk gibi olan siyahi adam, idamlıklar koğuşuna getirildiği andan itibaren tüm insanlara hatta farelere bile gösterdiği derin sevgi ve merhametle gardiyanların ve mahkumların sempatisini kazanır. Gardiyanlar Coffey'in bu suçu işlememiş olabileceğini düşünmeye başlarlar. Ayrıca Coffey bazı garip güçlere de sahiptir. Ölmüş bir fareyi diriltir, gardiyan Paul Edgecombe'un bir türlü geçmeyen hastalığını nefesiyle iyileştirir ve hapishane müdürünün ölümcül bir hastalığa yakalanmış karısını sağlığına kavuşturur. Psişik güçleri ile Edgecombe'a suçla ilgisi olmadığı olay anını gösterir. Artık bu insanlar Coffey'in suçsuzluğuna emindirler ama yargı kararını vermiştir bir kere ve infaz gerçekleştirilecektir.
John Coffey, etrafındaki insanların acılarını tüm benliğiyle hisseden bir yaradılışa sahiptir ve engel olamadığı felaketler nedeniyle çok acı çekmektedir. Bana, dünyada kendine en yakın hisettiğin kişi kim, diye sorsalar hiç düşünmeden John Coffey, derim; romanı okuyup filmi izleyince o çocuk yürekli koca adamın bana ne kadar benzediğine şaşırdım. Ben de dünyanın en uzak köşesinde de olsa acı çeken insanların acılarını kendim yaşıyormuşum gibi hissediyor ve acı çekiyorum. John Coffey'in şu sözleri ilk duyduğumdan beri yıllar yılı kafamın içinde yankılanır durur, sanki ben söylüyormuşum gibi :
Yoruldum patron … Yollarda yağmurdaki bir
serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum. Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım.
Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri. İnsanların birbirine
kötü davranmasından bıktım. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan
bıktım. Çok fazla var, sanki her an için kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor
musun? Karanlıktan korkuyorum patron lütfen ışığı kapatma.
BİRLİKTE YİRMİ ÜÇ YIL, HAYATIMDA ÜÇ DÖNEM, ÜÇ ŞİİR ...
Serkan'la birlikte koskoca yirmi üç yıl geçirmişiz; ben hayatın ve çocukların yükünü taşırken, kendimi otomata bağlamış, farkında olmamışım hayatımın en güzel yıllarının geçip gittiğinin ... Çocuklar büyüyüp yükleri azalınca söyle bir kenara çekilip hayatımı seyrettiğimde, Serkan'la geçirdiğim yirmi üç yılımın üç döneme ayrıldığını gördüm. Her süreç içinde de yazdığım şiirlerden birer tanesinin o dönemleri en iyi anlattığını ...
Birinci dönem, ayaklarımın yerden kesildiği, Serkan'da öbür yarımı bulduğumu sandığım dönem. İkimiz birlikte dünyaya meydan okuyabiliriz sandığım toy zamanlarım ... O zamanlar, işi gereği nöbete ya da daha uzun süre Doğu'ya göreve gittiği dönem ... Hasretten, yıkamadığım gömleğini koklayarak uyuduğum günler ... O günlerdeki duygularımı yansıtan 28.02.1991 günü yazdığım şiirim :
SENİNLE BAHARA ÇIKMAK
Kışın o mor sisli akşamlarında
Sevgin ısıttı içimi
Yüreğinin içine alırcasına
Sımsıkı sarılmalar
Tazeledi bahar özlemlerimi ...
Ve işte sevdiğim
Seninle bahara çıkmanın,
Uyanan toprağın, patlayan tomurcuğun
Telaşını yaşıyorum.
Seninle ilk baharımız bu
Sevmelerimizin, sevişmelerimizin,
Öpüşlerimizin ilk baharı
Sevgimiz bahar şimdi
Tutkumuz, heyecanımız,
Tenimiz, canımız bahar ...
Ne güzel, kışın ağır yükünü
Üzerimizden atmak
Ve seninle bahara çıkmak sevgilim
Ne güzel, ne güzel ...
Serkan'la birlikte geçirdiğimiz yirmi üç yılın ikinci dönemi, onun hayatıma hiç bir şey katmayacağını, Serkan'ın aslında kendisine aşık olduğunu, hayat karşısında yine yalnız ve hep yalnız olduğumu fark ettiğim ve bu duyguyla başa çıkmaya çalıştığım dönem. Çizgi film Garfield bir bölümde evin köpeği Odie'ye şöyle der : Seninle bir ortak yanımız var : BEN ... Serkan'a onu sevdiğimi söylediğim anlardaki tavrı Garfield gibiydi, adeta bana, beni tabii ki seveceksin, bu adam sevilmez mi, ben de kendimi seviyorum, der gibiydi. İşte o günleri anlatan 20.03.1991 günü, yani evliliğimizden iki ay sonra yazdığım şiirim ...
SEN YOKTUN, YOKSUN, OLMAYACAKSIN HİÇ ...
-Yalnızlık paylaşılmaz - Özdemir Asaf
Gülüşümü, neşemi aldın da sen
Yine bana bıraktın yalnızlığımı
-sevinçte, kederde ortak- dedilerse de ...
Cehennemde azaptayım günlerdir
Seni yanımda hissedemiyorum
Yanyanayken, kollarında uyurken hatta
Acılarımla yalnızım.
Yoktun sen
Bugüne kadar yoktun
Didinmeyle geçen hayatımda,
Gözyaşlarımda, iç çekmelerimde,
Çaresizlikten duvarları yumrukladığım,
Yalnızlıktan tir tir titrediğim anlarda
Sen yoktun
Tek kişilikti yalnızlığım ...
İki kişilik şimdi yalnızlığım
Yine yoksun sen
Varken yoksun
Bedeninle yanımda
Yaşarken yoksun...
Başımı omzuna koyup ağlayamıyorsam,
Gücüm, direncim tükendiğinde
Dokunuşunla, sarılmanla
Yeniden güçlenemiyorsam,
Sana güvenemiyorsam
Sarsıldığım yıkımlarda,
Ve sana sığınamıyorsam
Zor günlerin yenilgisinde
Sen yoksun ...
Yoktun sen
Şimdi de yoksun
Ve hiç olmayacaksın
Yine bana kaldı yalnızlığım ...
Serkan'la yirmi üç yıllık evliliğimin üçüncü bölümü, oğluma hamile olduğum dönemde arkadaşının karısı, orta malı bir fahişeyle bir yıl süren ilişkisini öğrendiğim fakat kendime verdiğim, ben babasız büyüdüm, ne pahasına olursa olsun, çocuklarımı babasız büyütmeyeceğim, dediğim ve kuyruğumu kıstırıp oturduğum dönem ... İşte o günlerde yazdığım şiir :
GİDERSE GİTSİN
Bunca acıdan sonra, sözü mü kaldı
Yüreğimde damgası, izi mi kaldı
Şimdi bana dönecek yüzü mü kaldı
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Söyleyin vefasıza, giderse gitsin ...
Kırık gönül sazıma tel olmadı ki,
Bana teselli veren dil olmadı ki
Dara düştüm uzanan el olmadı ki
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Söyleyin hayırsıza, giderse gitsin ...
Ellere uzak, bana yakın olmadı
Şu gönlüm gözlerinde şifa bulmadı
Bende artık çekecek sabır kalmadı
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Bırakın o şerefsiz giderse gitsin ...
Uzun uğraşlardan, Savcılıkla cebelleşmeden sonra ispatladığım ihanetinden sonra kafasına silahını dayayıp, ayrılmakta kararlıysam hiç düşünmeden tetiği çekeceğini söylemişti Serkan. Ben kucağımda bilmem kaç günlük çocuğum ve her ne pahasına olursa olsun çocuklarımı babasız büyütmeyeceğime dair yeminimle anneliğimi gururumun üstüne koyarak bir kez daha denemeyi kabul etmiştim. Aradan geçen yıllar içinde aynı tas aynı hamam, aynı cami aynı imam; Serkan hayatımızda hep bir fazlalık, nereye koyacağımızı bilemediğimiz büyümeyen çocuk olarak kaldı; oğlum on beş yaşına geldi, ben yeminimi fazlasıyla tuttum; şimdiden sonra Serkan benim için sadece çocuklarımın babası, beni unutsun, mutlu olsun, tek isteğim bu ...
Birinci dönem, ayaklarımın yerden kesildiği, Serkan'da öbür yarımı bulduğumu sandığım dönem. İkimiz birlikte dünyaya meydan okuyabiliriz sandığım toy zamanlarım ... O zamanlar, işi gereği nöbete ya da daha uzun süre Doğu'ya göreve gittiği dönem ... Hasretten, yıkamadığım gömleğini koklayarak uyuduğum günler ... O günlerdeki duygularımı yansıtan 28.02.1991 günü yazdığım şiirim :
SENİNLE BAHARA ÇIKMAK
Kışın o mor sisli akşamlarında
Sevgin ısıttı içimi
Yüreğinin içine alırcasına
Sımsıkı sarılmalar
Tazeledi bahar özlemlerimi ...
Ve işte sevdiğim
Seninle bahara çıkmanın,
Uyanan toprağın, patlayan tomurcuğun
Telaşını yaşıyorum.
Seninle ilk baharımız bu
Sevmelerimizin, sevişmelerimizin,
Öpüşlerimizin ilk baharı
Sevgimiz bahar şimdi
Tutkumuz, heyecanımız,
Tenimiz, canımız bahar ...
Ne güzel, kışın ağır yükünü
Üzerimizden atmak
Ve seninle bahara çıkmak sevgilim
Ne güzel, ne güzel ...
Serkan'la birlikte geçirdiğimiz yirmi üç yılın ikinci dönemi, onun hayatıma hiç bir şey katmayacağını, Serkan'ın aslında kendisine aşık olduğunu, hayat karşısında yine yalnız ve hep yalnız olduğumu fark ettiğim ve bu duyguyla başa çıkmaya çalıştığım dönem. Çizgi film Garfield bir bölümde evin köpeği Odie'ye şöyle der : Seninle bir ortak yanımız var : BEN ... Serkan'a onu sevdiğimi söylediğim anlardaki tavrı Garfield gibiydi, adeta bana, beni tabii ki seveceksin, bu adam sevilmez mi, ben de kendimi seviyorum, der gibiydi. İşte o günleri anlatan 20.03.1991 günü, yani evliliğimizden iki ay sonra yazdığım şiirim ...
SEN YOKTUN, YOKSUN, OLMAYACAKSIN HİÇ ...
-Yalnızlık paylaşılmaz - Özdemir Asaf
Gülüşümü, neşemi aldın da sen
Yine bana bıraktın yalnızlığımı
-sevinçte, kederde ortak- dedilerse de ...
Cehennemde azaptayım günlerdir
Seni yanımda hissedemiyorum
Yanyanayken, kollarında uyurken hatta
Acılarımla yalnızım.
Yoktun sen
Bugüne kadar yoktun
Didinmeyle geçen hayatımda,
Gözyaşlarımda, iç çekmelerimde,
Çaresizlikten duvarları yumrukladığım,
Yalnızlıktan tir tir titrediğim anlarda
Sen yoktun
Tek kişilikti yalnızlığım ...
İki kişilik şimdi yalnızlığım
Yine yoksun sen
Varken yoksun
Bedeninle yanımda
Yaşarken yoksun...
Başımı omzuna koyup ağlayamıyorsam,
Gücüm, direncim tükendiğinde
Dokunuşunla, sarılmanla
Yeniden güçlenemiyorsam,
Sana güvenemiyorsam
Sarsıldığım yıkımlarda,
Ve sana sığınamıyorsam
Zor günlerin yenilgisinde
Sen yoksun ...
Yoktun sen
Şimdi de yoksun
Ve hiç olmayacaksın
Yine bana kaldı yalnızlığım ...
Serkan'la yirmi üç yıllık evliliğimin üçüncü bölümü, oğluma hamile olduğum dönemde arkadaşının karısı, orta malı bir fahişeyle bir yıl süren ilişkisini öğrendiğim fakat kendime verdiğim, ben babasız büyüdüm, ne pahasına olursa olsun, çocuklarımı babasız büyütmeyeceğim, dediğim ve kuyruğumu kıstırıp oturduğum dönem ... İşte o günlerde yazdığım şiir :
GİDERSE GİTSİN
Bunca acıdan sonra, sözü mü kaldı
Yüreğimde damgası, izi mi kaldı
Şimdi bana dönecek yüzü mü kaldı
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Söyleyin vefasıza, giderse gitsin ...
Kırık gönül sazıma tel olmadı ki,
Bana teselli veren dil olmadı ki
Dara düştüm uzanan el olmadı ki
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Söyleyin hayırsıza, giderse gitsin ...
Ellere uzak, bana yakın olmadı
Şu gönlüm gözlerinde şifa bulmadı
Bende artık çekecek sabır kalmadı
Ağlamam bu aşk için, biterse bitsin
Bırakın o şerefsiz giderse gitsin ...
Uzun uğraşlardan, Savcılıkla cebelleşmeden sonra ispatladığım ihanetinden sonra kafasına silahını dayayıp, ayrılmakta kararlıysam hiç düşünmeden tetiği çekeceğini söylemişti Serkan. Ben kucağımda bilmem kaç günlük çocuğum ve her ne pahasına olursa olsun çocuklarımı babasız büyütmeyeceğime dair yeminimle anneliğimi gururumun üstüne koyarak bir kez daha denemeyi kabul etmiştim. Aradan geçen yıllar içinde aynı tas aynı hamam, aynı cami aynı imam; Serkan hayatımızda hep bir fazlalık, nereye koyacağımızı bilemediğimiz büyümeyen çocuk olarak kaldı; oğlum on beş yaşına geldi, ben yeminimi fazlasıyla tuttum; şimdiden sonra Serkan benim için sadece çocuklarımın babası, beni unutsun, mutlu olsun, tek isteğim bu ...
26 Nisan 2014 Cumartesi
OLMASA DA OLUR ...
Yıllar önce Ankara'da aynı okulda görev yaptığımız Türkçe Öğretmeni Rıza Bey sohbet sırasında bir söz söylemişti; havalanma gönül havalanma, attan iner eşeğe binersin; onu da bulamazsın, yürüye yürüye gidersin ... Bu aralar hep aklıma geliyor bu sözler. İstanbul'a geldiğim günlerde kendimce hayatıma yeni bir sayfa açmıştım, yaşıtlarım ikinci baharlarını yaşama peşinde koşarken, ben ilkbaharımı yaşamadım ki, hayata gözümü yeni açıyorum, kaçırdığım ne varsa yaşayacağım, diye düşünüyordum. Etrafıma bakmaya fırsat bulduğum yedi ay içinde ayaklarım suya erdi, hayattan beklentilerimi azalttıkça azalttım; şimdi tek isteğim, sağlıklı olayım, çocuklarımın başında hep koruyucu kalkan gibi durayım, onların yollarındaki dikenleri temizleyim, onlara güzel bir hayat verebileyim, gerisi fasa fiso ...
Hayatın yüküyle boğuşurken yıllardır hayatımdan eğlenceyi çıkardım. Değil sinema-tiyatro gibi çok sevdiğim etkinlikler, yedi aydır İstanbul'da olmama rağmen, deniz kenarında bile dolaşamadım koşturmaktan. Facebook, bilmediğim bir evrendi, belki hayat boyu hep yek gelen zarlar orada düşeş gelir, hayatı paylaşacak birine rastlarım, diye düşündüm başlarda, orada çakalların kol gezdiğini gördüm zaman içinde; şimdi kenara çekildim, film izler gibi izliyorum, evrimleşme sürecini tamamlamamış, hayatlarını yeme içme çiftleşme döngüsünde geçiren erkek cinsini ... Vaz geçtim artık hayatı birlikte yaşayabileceğim erkeği aramaktan; hayata dair beklentilerimi düşürdükçe düşürdüm; artık tek isteğim, çocuklarım için yaşamak, olabildiğince fazla yaşamak, onları bu rezil dünyada yalnız bırakmamak; benim yokluğuma dayanamayacaklarını çok iyi biliyorum; benim çocuklarla ilişkim normal kabul edilenin çok ötesinde; babalarının eksikliğini hissettirmemek için hem anne hem baba oldum onlara; güzel bir aile ortamı veremediğim için hep vicdan azabı duydum ve bu açığı kapatabilmek için kendimden vaz geçtim, onlar için yaşadım.
Facebook'ta özellikle geceleri yalnız ya da evli olduğu halde kadın peşinde koşan andropozdaki erkeklerden mesajlar geliyor yine ... Engelliyorum anında. Son mesaj tüy dikti, kaç gündür ona gülüyorum:
Hayatın yüküyle boğuşurken yıllardır hayatımdan eğlenceyi çıkardım. Değil sinema-tiyatro gibi çok sevdiğim etkinlikler, yedi aydır İstanbul'da olmama rağmen, deniz kenarında bile dolaşamadım koşturmaktan. Facebook, bilmediğim bir evrendi, belki hayat boyu hep yek gelen zarlar orada düşeş gelir, hayatı paylaşacak birine rastlarım, diye düşündüm başlarda, orada çakalların kol gezdiğini gördüm zaman içinde; şimdi kenara çekildim, film izler gibi izliyorum, evrimleşme sürecini tamamlamamış, hayatlarını yeme içme çiftleşme döngüsünde geçiren erkek cinsini ... Vaz geçtim artık hayatı birlikte yaşayabileceğim erkeği aramaktan; hayata dair beklentilerimi düşürdükçe düşürdüm; artık tek isteğim, çocuklarım için yaşamak, olabildiğince fazla yaşamak, onları bu rezil dünyada yalnız bırakmamak; benim yokluğuma dayanamayacaklarını çok iyi biliyorum; benim çocuklarla ilişkim normal kabul edilenin çok ötesinde; babalarının eksikliğini hissettirmemek için hem anne hem baba oldum onlara; güzel bir aile ortamı veremediğim için hep vicdan azabı duydum ve bu açığı kapatabilmek için kendimden vaz geçtim, onlar için yaşadım.
Facebook'ta özellikle geceleri yalnız ya da evli olduğu halde kadın peşinde koşan andropozdaki erkeklerden mesajlar geliyor yine ... Engelliyorum anında. Son mesaj tüy dikti, kaç gündür ona gülüyorum:
Egenin incisi izmir'den kucak dolusu selamlar... ben cengiz aktaş...
hava kuvvetlerinde çalışıyorum, astsubayım.. face sizi arkadaş olarak eklemem
için önerdi.. fakat buna beraber karar verelim isterim.. profil resminizi
gördüm, olgun ve medeni bir hanımefendi, güzel arkadaşlık olabilir düşüncesi
ile size selam verdim.. tabii.. bunu eğer kısmet olur da sohbet edebilirsek
görebileceğiz.. hazreti mevlananın bir sözü var. Dil; tencerenin kapağına
benzer, oynadıkça kokusu çıkar.. velhasıl, insanlar konuştukça anlaşabilirler..
tekrar görüşüp, sohbet de edebilmek ümidiyle esenlikle kalınız.. saygılar
Adam facede arkadaş olacak sözde, beklentisi, arayışı başka; besbelli yatak arkadaşı arıyor; cevap olarak, eşim subay, meslektaşsınız, diye yazdım, ikiledi ... Belli ki facebookta bu tür ilişkiler yaşamış; ben bu mecraya yabancıyım; orada şehvet, ihanet peşinde koşan çakallar sürüsü kol geziyormuş, böyle böyle öğreniyorum işte.
Uzun lafın kısası, facebooka gerek olmadıkça girmiyorum artık; oradan hayat arkadaşı bulamayacağımı çok iyi öğrendim; et alışverişiyle işim olmaz; sadece facebooktan değil, gerçek hayatta da erkeklerden ümidi kestim fakat bu beni eskisi kadar mutsuz etmiyor; sinemadaymışım gibi seyrediyorum insanların çirkinliklerini, aşağılık, onursuz, alçakça ilişkilerini; benden uzak, cehenneme direk olsunlar, diyorum ...
12 Nisan 2014 Cumartesi
HANİ İYİ GÜNDE KÖTÜ GÜNDE, HASTALIKTA VE SAĞLIKTA BERABERDİK !!!
22 Nisan 2008 tarihli günlüğüm ...
Gökçe bu aralar aile biçimimizi sorgulamaya taktı; "Benim hayal ettiğim aile ilişkileri böyle değildi..." diyor sürekli. "Sen evde olmayınca, babamın bize karşı ilgisizliği, bizim evdeki halimiz Kemalettin Tuğcu'nun boynu bükük, zavallı çocuk karakterlerine benziyor. Sen olmazsan biz şımartılan, sevilen çocuklar olamayız hiç. Babam evde olunca ya uyuyor ya televizyon izliyor, bizimle hiç bir şey paylaşmıyor ki! Hadi ben alıştım, umursamıyorum ama kardeşime yazık değil mi, ona çok acıyorum." diyor.
Serkan'ın, pazartesi günü nöbetçi olacağını bile bile pazar günü sabah dokuzdan gece saat ona kadar balık tutmaya gitmesi çocukları olduğu kadar beni de çok şaşırttı. Seferihisar'daki günlere geri döndü diye çok üzüldüm. Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, olmuyor, yapamıyor; aile sorumluluğunu olgunlukla kabul edip taşıyabilecek bir insan değil ne yazık ki !... Hafta sonlarını kendine ayırmayı en doğal hakkı olarak görüyor. Oysa bu hafta sonu İzmir'de Kitap Fuarı açıldı; fuarı gezmeyi ve Ankara'dan öğretmen arkadaşım Gülay Hanımı görmeyi çok isterdim. Ben bir saatlik İzmir'e gidemezken, o balık tutmak için iki saatlik yola gidebiliyor; istediği zaman istediği yere gitme hakkı var onun. "Sen de git, ben mi engelliyorum!..." der, söylediğim zaman; ama biliyorum ki bir gün gezmeye gitsem, çocuklar sahipsizlikten, ilgisizlikten perişan olurlar. Ben ise, iki günde bitirebildiğim hafta sonu temizliğini bir güne sığdırmak zorunda kalırım ki, buna gücüm yetmez. Belki bir kez denersem aklı başına gelir diye bu formülü Seferihisar'da denemiştim de gittiğime gideceğime pişman olmuştum. Döndüğümde, çocuklar sinmiş, mutsuz bir halde beni bekliyorlardı; babaları ayaklarını uzatmış, rakısını içip televizyon seyrediyordu. Berke'yi azarlamış, televizyonda kendi programını seyretmek için. Bu şekilde nasıl bırakabilirim ki çocukları !!!
Önceki gün nihayet psikiyatrik tedaviye başlama kararını aldım. Ne yoga kurtardı beni, ne de şifalı bitkiler ... Bir türlü huzura kavuşamadı ruhum. Meditasyonu grup olarak yapınca rahatlıyor, korkularımdan kurtulduğumu düşünüyordum fakat yine yalnız yapmak zorundayım ve ne yazık ki aynı rahatlamayı hissedemiyorum. Bir süredir korkularım sağlığımı etkilemeye başladı. Kalp atışlarımın ritminin bozulduğunu hissediyorum. Korkularım canlanınca, kalbim boğazıma geliyor sanki, nefes alamıyorum, beynimi mengenede sıkıyorlar sanki ... Her an deprem oluyormuş gibi sallandığımı veya sallanacağımı düşünüyorum. Yıkılan binaların, enkaz altındaki insanların görüntüleri adeta gerçekmiş gibi beynime üşüşüyor. Çocuklarımın çığlıklarını işitiyorum, onlara yardım edememek parçalıyor beni ... Sesler ve görüntüler beni boğuyor, nefesim kesiliyor korkudan. Seferihisar'da yaşadığımız o şiddetli depremden sonra ilaçlı tedavi görmeme rağmen atlatamadım bu korkuyu. Üç-dört yıldır sadece deprem korkum vardı, bu yıl korkularım çoğaldı. Şimdi diğer doğal afetlerden de ölesiye korkuyorum. Ne zaman yağmur yağsa, hiç dinmeyecek, her yeri su basacak, tufan olacak, çocuklarımı seller sürükleyip götürecek diye korkuyorum. Korkudan çıldıracak gibi oluyorum. Öyle anlarımda etrafa bakıyorum, hayatın normal aktığını, insanların dışarıda olduğunu görmek biraz olsun rahatlatıyor beni; "Sakinleş, korkacak bir şey yok, her şey yolunda, bak insanlar var dışarıda, yağmur kesilecek birazdan..." diyorum kendime. Yağmur dininceye kadar ölüp ölüp diriliyorum. Öyle dehşet anlarında ölümü kurtuluş gibi görenleri çok iyi anlıyorum. İnsan, ölsem de bu acıdan, azaptan kurtulsam, diyor. Depresyon hastalarında intihar eğilimi vardır fakat kendimden bu konuda hiç korkmuyorum. Çocuklarım için, hangi koşullarda olursam olayım, yaşayacak gücü bulacağımı biliyorum.
Anksiyete teşhisiyle ilaçlara başladım. Birisi uyku ilacı ama dün gece hiç de etkili olmadı, papatya çayı daha güzel uyutuyor. İlaçların yan etkisi ağır geldiği için kullanmak istemiyordum; uykusuzluk, ağız kuruluğu, bütün organlarımda esme-esneme hali... çok berbat. İnsan uykusuz kalarak depresyondan nasıl kurtulur, bilmiyorum. Ne olursa olsun, denemek zorundayım. Başka çarem kalmadı çünkü ... Papatya, melissa, kediotu... çayları hikaye. İnternette sarı kantaron bu tür rahatsızlıklara iyi geldiği yazıyordu, ikinci kutuya başladım, çok da pahalı ama, faydasını göremedim. Belki ilaçların yan etkisi kısa sürede hafifler de rahatlarım.Gerginlik ve stresin kalbimi yorup, kalp büyümesine sebep olacağından korktum, yoksa yine başlamazdım ilaçlara, idare edip giderdim. Son zamanlarda aynada gördüğüm dehşet içindeki yorgun, yıpranmış yüz, tedavi vaktinin geldiğini, hatta geçmekte olduğunu söyledi bana.
Gazetede kadınların en çok 44 yaşında depresyon geçirdiklerini okuyunca çok şaşırdım; tesadüf olamaz benim de o yaşta olmam ... Demek ki durumum, tedavisiz atlatılamayacak kadar ciddi; menopoz, ne yaptın sen bana, canıma okudun ... Tevekkeli, sabahları yataktan çıkıp, her zamanki gibi beni bekleyen bin türlü işle, sorumlulukla boğuşmak şu günlerde, her zamankinden daha zor gelmeye başlamıştı. Çocukları şu berbat dünyaya getirdiğim için kendimi daha fazla suçlamaya başlamıştım. Küresel ısınma, kıtlık haberlerini okudukça, çocuklarımı nasıl koruyacağım sorusu beni dehşete düşürmeye başlamıştı artık. Bir yere kadar korku normal de, herkes hayatını hiç bir şey yokmuş gibi sürdürürken, benim korkudan gebermem normak değildi. Ama bu durumu bilmek, korkularımı hafifletmiyor ne yazık ki ...
Neyse ki bir tesellim var : Hep bu korkulara ve depresyona yaşlılıkta nasıl dayanacağımı düşünüp, bir de bunun için korkardım. Şükür ki yapılan araştırmalar depresyonun görülme sıklığının 45 yaşından sonra azaldığını kanıtlamış. Öyleyse yırttım. Dilerim şansım burada güler de yaşlılıkta (yaşarsam tabii) huzuru bulurum. Bazı ruhlar hiç teskin olmaz, devamlı huzursuzdur, benimki de öyle ... Bu ruh çırpınmaları beni çok yoruyor, takatsiz bırakıyor. Hep sakin, olaylara gülümseyerek bakabilen bilge bir kişiliğe sahip olmayı isterdim ama benim burcum için bu mümkün değil galiba. Aşırı hassas, aşırı duygulu, duyarlı, heyecanlı kişilik özelliklerimle, benden bilge kişi olmaz.
Yaşadıklarımdan, hissettiklerimden ve tedaviye başladığımdan Serkan'ın haberi yok. Söylesem, anlamayacağını, beni yine kıracağını biliyorum. O, depresyonun kadınların ilgi çekmek için uydurdukları, aslında hiç olmayan bir hastalık olduğuna inanır. Söylesem, beni anlayıp hayat yüküme omuz vermeyecek nasıl olsa ... Kendince ev işlerine yardım ediyor son zamanlarda. Haftada yarım saat evi süpürüp siliyor, sonra hak ettiğini düşünerek, kalan bütün zamanları kendine ayırıyor. Kendimin ve çocukların sağlık sorunları dahil olmak üzere hiçbir sorunu yansıtmam ona. Bilmesi bir şey değiştirmiyor çünkü. Tek kişilik yaşantısına devam ediyor, kurguladığı gibi. Senelerdir ev işleri için yardımcı kadın almama karşı çıktı; emekli olup, ev işlerini şikayet etmeden yapmam yönünde baskı yaptı ama artık kendimi ona karşı korumayı öğrenmeliyim. Ev işleri beni çok yıpratıyor; bitip tükenmeyen didinme, koşuşturma hayatımı anlamsızlaştırıyor; gerginlik, işleri yetiştirememe telaşı beni tüketiyor. Buradan edeceğimiz tasarruf beni mutlu etmeyecek ki ... İçinde köle olduktan sonra sarayda yaşasam ne olur !!! Borçlar bitince yardımcı alıp, kalan zamanda istediğim, sevdiğim şeyleri yapmaya niyetliyim. Her şey para değil; giden gençliğimi, sağlığımı para geri getirmez ki ... Bana, çocuklarımla doyasıya yaşayacağım zamanlar gerekli. Giden günler geri gelmiyor, bir daha tekrarı yok, hızla büyüyorlar ...
Gökçe bu aralar aile biçimimizi sorgulamaya taktı; "Benim hayal ettiğim aile ilişkileri böyle değildi..." diyor sürekli. "Sen evde olmayınca, babamın bize karşı ilgisizliği, bizim evdeki halimiz Kemalettin Tuğcu'nun boynu bükük, zavallı çocuk karakterlerine benziyor. Sen olmazsan biz şımartılan, sevilen çocuklar olamayız hiç. Babam evde olunca ya uyuyor ya televizyon izliyor, bizimle hiç bir şey paylaşmıyor ki! Hadi ben alıştım, umursamıyorum ama kardeşime yazık değil mi, ona çok acıyorum." diyor.
Serkan'ın, pazartesi günü nöbetçi olacağını bile bile pazar günü sabah dokuzdan gece saat ona kadar balık tutmaya gitmesi çocukları olduğu kadar beni de çok şaşırttı. Seferihisar'daki günlere geri döndü diye çok üzüldüm. Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, olmuyor, yapamıyor; aile sorumluluğunu olgunlukla kabul edip taşıyabilecek bir insan değil ne yazık ki !... Hafta sonlarını kendine ayırmayı en doğal hakkı olarak görüyor. Oysa bu hafta sonu İzmir'de Kitap Fuarı açıldı; fuarı gezmeyi ve Ankara'dan öğretmen arkadaşım Gülay Hanımı görmeyi çok isterdim. Ben bir saatlik İzmir'e gidemezken, o balık tutmak için iki saatlik yola gidebiliyor; istediği zaman istediği yere gitme hakkı var onun. "Sen de git, ben mi engelliyorum!..." der, söylediğim zaman; ama biliyorum ki bir gün gezmeye gitsem, çocuklar sahipsizlikten, ilgisizlikten perişan olurlar. Ben ise, iki günde bitirebildiğim hafta sonu temizliğini bir güne sığdırmak zorunda kalırım ki, buna gücüm yetmez. Belki bir kez denersem aklı başına gelir diye bu formülü Seferihisar'da denemiştim de gittiğime gideceğime pişman olmuştum. Döndüğümde, çocuklar sinmiş, mutsuz bir halde beni bekliyorlardı; babaları ayaklarını uzatmış, rakısını içip televizyon seyrediyordu. Berke'yi azarlamış, televizyonda kendi programını seyretmek için. Bu şekilde nasıl bırakabilirim ki çocukları !!!
Önceki gün nihayet psikiyatrik tedaviye başlama kararını aldım. Ne yoga kurtardı beni, ne de şifalı bitkiler ... Bir türlü huzura kavuşamadı ruhum. Meditasyonu grup olarak yapınca rahatlıyor, korkularımdan kurtulduğumu düşünüyordum fakat yine yalnız yapmak zorundayım ve ne yazık ki aynı rahatlamayı hissedemiyorum. Bir süredir korkularım sağlığımı etkilemeye başladı. Kalp atışlarımın ritminin bozulduğunu hissediyorum. Korkularım canlanınca, kalbim boğazıma geliyor sanki, nefes alamıyorum, beynimi mengenede sıkıyorlar sanki ... Her an deprem oluyormuş gibi sallandığımı veya sallanacağımı düşünüyorum. Yıkılan binaların, enkaz altındaki insanların görüntüleri adeta gerçekmiş gibi beynime üşüşüyor. Çocuklarımın çığlıklarını işitiyorum, onlara yardım edememek parçalıyor beni ... Sesler ve görüntüler beni boğuyor, nefesim kesiliyor korkudan. Seferihisar'da yaşadığımız o şiddetli depremden sonra ilaçlı tedavi görmeme rağmen atlatamadım bu korkuyu. Üç-dört yıldır sadece deprem korkum vardı, bu yıl korkularım çoğaldı. Şimdi diğer doğal afetlerden de ölesiye korkuyorum. Ne zaman yağmur yağsa, hiç dinmeyecek, her yeri su basacak, tufan olacak, çocuklarımı seller sürükleyip götürecek diye korkuyorum. Korkudan çıldıracak gibi oluyorum. Öyle anlarımda etrafa bakıyorum, hayatın normal aktığını, insanların dışarıda olduğunu görmek biraz olsun rahatlatıyor beni; "Sakinleş, korkacak bir şey yok, her şey yolunda, bak insanlar var dışarıda, yağmur kesilecek birazdan..." diyorum kendime. Yağmur dininceye kadar ölüp ölüp diriliyorum. Öyle dehşet anlarında ölümü kurtuluş gibi görenleri çok iyi anlıyorum. İnsan, ölsem de bu acıdan, azaptan kurtulsam, diyor. Depresyon hastalarında intihar eğilimi vardır fakat kendimden bu konuda hiç korkmuyorum. Çocuklarım için, hangi koşullarda olursam olayım, yaşayacak gücü bulacağımı biliyorum.
Anksiyete teşhisiyle ilaçlara başladım. Birisi uyku ilacı ama dün gece hiç de etkili olmadı, papatya çayı daha güzel uyutuyor. İlaçların yan etkisi ağır geldiği için kullanmak istemiyordum; uykusuzluk, ağız kuruluğu, bütün organlarımda esme-esneme hali... çok berbat. İnsan uykusuz kalarak depresyondan nasıl kurtulur, bilmiyorum. Ne olursa olsun, denemek zorundayım. Başka çarem kalmadı çünkü ... Papatya, melissa, kediotu... çayları hikaye. İnternette sarı kantaron bu tür rahatsızlıklara iyi geldiği yazıyordu, ikinci kutuya başladım, çok da pahalı ama, faydasını göremedim. Belki ilaçların yan etkisi kısa sürede hafifler de rahatlarım.Gerginlik ve stresin kalbimi yorup, kalp büyümesine sebep olacağından korktum, yoksa yine başlamazdım ilaçlara, idare edip giderdim. Son zamanlarda aynada gördüğüm dehşet içindeki yorgun, yıpranmış yüz, tedavi vaktinin geldiğini, hatta geçmekte olduğunu söyledi bana.
Gazetede kadınların en çok 44 yaşında depresyon geçirdiklerini okuyunca çok şaşırdım; tesadüf olamaz benim de o yaşta olmam ... Demek ki durumum, tedavisiz atlatılamayacak kadar ciddi; menopoz, ne yaptın sen bana, canıma okudun ... Tevekkeli, sabahları yataktan çıkıp, her zamanki gibi beni bekleyen bin türlü işle, sorumlulukla boğuşmak şu günlerde, her zamankinden daha zor gelmeye başlamıştı. Çocukları şu berbat dünyaya getirdiğim için kendimi daha fazla suçlamaya başlamıştım. Küresel ısınma, kıtlık haberlerini okudukça, çocuklarımı nasıl koruyacağım sorusu beni dehşete düşürmeye başlamıştı artık. Bir yere kadar korku normal de, herkes hayatını hiç bir şey yokmuş gibi sürdürürken, benim korkudan gebermem normak değildi. Ama bu durumu bilmek, korkularımı hafifletmiyor ne yazık ki ...
Neyse ki bir tesellim var : Hep bu korkulara ve depresyona yaşlılıkta nasıl dayanacağımı düşünüp, bir de bunun için korkardım. Şükür ki yapılan araştırmalar depresyonun görülme sıklığının 45 yaşından sonra azaldığını kanıtlamış. Öyleyse yırttım. Dilerim şansım burada güler de yaşlılıkta (yaşarsam tabii) huzuru bulurum. Bazı ruhlar hiç teskin olmaz, devamlı huzursuzdur, benimki de öyle ... Bu ruh çırpınmaları beni çok yoruyor, takatsiz bırakıyor. Hep sakin, olaylara gülümseyerek bakabilen bilge bir kişiliğe sahip olmayı isterdim ama benim burcum için bu mümkün değil galiba. Aşırı hassas, aşırı duygulu, duyarlı, heyecanlı kişilik özelliklerimle, benden bilge kişi olmaz.
Yaşadıklarımdan, hissettiklerimden ve tedaviye başladığımdan Serkan'ın haberi yok. Söylesem, anlamayacağını, beni yine kıracağını biliyorum. O, depresyonun kadınların ilgi çekmek için uydurdukları, aslında hiç olmayan bir hastalık olduğuna inanır. Söylesem, beni anlayıp hayat yüküme omuz vermeyecek nasıl olsa ... Kendince ev işlerine yardım ediyor son zamanlarda. Haftada yarım saat evi süpürüp siliyor, sonra hak ettiğini düşünerek, kalan bütün zamanları kendine ayırıyor. Kendimin ve çocukların sağlık sorunları dahil olmak üzere hiçbir sorunu yansıtmam ona. Bilmesi bir şey değiştirmiyor çünkü. Tek kişilik yaşantısına devam ediyor, kurguladığı gibi. Senelerdir ev işleri için yardımcı kadın almama karşı çıktı; emekli olup, ev işlerini şikayet etmeden yapmam yönünde baskı yaptı ama artık kendimi ona karşı korumayı öğrenmeliyim. Ev işleri beni çok yıpratıyor; bitip tükenmeyen didinme, koşuşturma hayatımı anlamsızlaştırıyor; gerginlik, işleri yetiştirememe telaşı beni tüketiyor. Buradan edeceğimiz tasarruf beni mutlu etmeyecek ki ... İçinde köle olduktan sonra sarayda yaşasam ne olur !!! Borçlar bitince yardımcı alıp, kalan zamanda istediğim, sevdiğim şeyleri yapmaya niyetliyim. Her şey para değil; giden gençliğimi, sağlığımı para geri getirmez ki ... Bana, çocuklarımla doyasıya yaşayacağım zamanlar gerekli. Giden günler geri gelmiyor, bir daha tekrarı yok, hızla büyüyorlar ...
10 Nisan 2014 Perşembe
BÜTÜN MÜCADELEM BÖYLE BİR DÜNYADA YAŞAMAK İÇİN ...
Halk Belediyesinin 7 Doruğu – 3
Kadınlar önde
Nâzım Hikmet, “Yedi
tepeli şehirde bıraktım gonca gülümü” diyor.
Gonca güllerin solduğu metropol çöplükleri
Bugün kentler, gonca güllerin solduğu çöplüklere dönüşmektedir.
Günümüz metropollerinde kadın terk edilmiştir ve kafese tıkılmıştır.
Küresel merkezlerden dayatılan Yerel Yönetim Yasaları, belde,
mahalle ve köyle birlikte kadını da yok saymıştır.
Kadın hayatın dışına itilmiştir; kenarlara, kaldırımlara ve
karanlıklara sürülmüştür.
Metropolde kadın, yalnızca alışveriş robotudur. O da parası varsa.
Kapitalizmin özel çıkar sistemi, aşkı yok etmiştir. Gönüllerin bir
olduğu gerçek sevgiyi, sadakat ve vefayı her gün katletmektedir. Kadın-erkek
ilişkilerindeki bütün güzellikleri çamura gömmektedir. Kadın bataklığa terk
edilmiştir.
Kadına öncelik devrim yasası
Halk belediyesinde kadın öndedir.
Kadına öncelik bir devrim yasasıdır, Cumhuriyet ilkesidir.
Çağdaşlığın, eşitliğin, özgürlüğün güvencesi kadındır.
Çocuklarımızın geleceği, kadınların özgürlük ve eşitliğindedir.
Kent ve mahalle hayatını güzelleştiren, kadındır.
Toplumda, çalışma hayatında, eğitimde, sporda, sağlıkta, sanatta,
yolda ve mahallede kadına öncelik, çağdaş ve özgür yaşamın temel güvencesidir.
Kadının onuru toplumun onurudur
Halkçı belediye, erkek ile kadın arasındaki eşitsizlikleri toplum
hayatının her alanından bütün ekonomik, toplumsal ve kültürel temelleriyle
kaldırmak için seferberlik yürütecektir.
Kadının onuru, toplumun onurudur. Kadın onuruna saygının toplum
hayatında olağanlaşması için, eğitimin, sanatın ve kültürün bütün olanakları
değerlendirilecektir.
Belediye çalışanlarının en az yarısı kadın olacaktır. Çalışan
kadının hakları gerçekleştirilecek, eşit işe eşit ücret sağlanacaktır.
Kadına karşı şiddet, hakaret, aşağılama ve haksızlıkların bütün
toplumsal temelleriyle kaldırılması için, her alanda kadınların etkin
katılımıyla mücadele yürütülecektir. Gerekli kurum ve organlar
oluşturulacaktır.
Şiddete ve haksızlığa uğrayan kadınların korunması, toplum
hayatına ve üretime katılması için kurumlar ve evler kurulacaktır. Şiddete ve
haksızlığa uğrayan kadına yaşamını insanca sürdürmesi ve hakkını araması için
her alanda destek olunacaktır.
Kadınların kültürel ve siyasal hayatta önder ve yaratıcı roller
üstlenmesinin önündeki engeller temizlenecektir. Bu amaçla mahallelerde yeterli
kreş ve yuva açılacaktır.
Kadınları bedenlerini satmaya zorlayan ve aileleri büyük acılara
iten ekonomik ve toplumsal koşulların giderilmesi için belediyenin bütün
olanakları seferber edilecektir.
Aile korunacaktır. Aile içinde kadının kişilikli, çağdaş, eşit ve
önder konumda olması, en temel kültür ve eğitim ilkesidir.
Kadınla özgürleşen ve güzelleşen mahalle hayatı
İnsancıl kentin temeli mahalledir.
Mahallenin hayat kaynağı ise kadınlardır.
Halk belediyesinin her mahallesine mutlaka park, bahçe, çocuk
bahçesi, spor salonları ve alanları, kültür merkezleri, tiyatro, düğün ve
toplantı salonları yapılacaktır.
Belediye hizmeti, mahalleden, sokaktan başlayacaktır.
Mahallenin eğitim, kültür, spor ve eğlence hayatına kadınların
etkin ve önder katılımı, belediye hizmetinin başarı ölçüsüdür.
Halkevlerinin öncü kadınları
Mahallenin kültür, spor, sanat ve eğlence hayatı Halkevleriyle
kurumlaştırılacaktır.
Halkevlerinin bütün yönetim ve çalışma kurullarının, üyelerinin en
az yarısı kadınlardan oluşacaktır.
Toplumun eğitiminin özü: Kadının eğitimi
Kadının eğitimi, toplumun eğitiminin özüdür.
Halk belediyesi, Halkevlerinde kadının eğitimini birinci görev
olarak yerine getirecektir.
Eğitimin amacı, kadının toplumdaki onurlu, özgürleştirici,
üretici, yaratıcı ve etkin yerini almasıdır.
Sağlıklı kadın ve çocuk: Sağlıklı toplum
Sağlık hizmeti, Halk belediyesinde mahallelerden başlayacaktır.
Kadın sağlığı, toplum sağlığının esasıdır.
Koruyucu sağlığa öncelik verilecektir. Halk sağlığının korunması,
mahalledeki kadından ve çocuktan başlayacaktır.
Bu amaçla Belediye Hastaneleri kurulacak ve mahallelere gezici
sağlık hizmeti sunulacaktır.
Yaşlı kadınlar, ölümü beklemekten kurtarılacaktır. Her mahallede
yaşlıların mahalle hayatından uzaklaşmadan, mahalle halkıyla iç içe
dinlenmeleri, iş yapmaları, sanat ve kültür hayatına katılmaları için olanak ve
kurumlar oluşturulacaktır.
Kadınlar en öne!
İşçi Partisi olarak, kadınlarımızı Halk belediyelerini kurmak için
göreve çağırıyoruz.
Kadın onuru ve kadınların öncülüğü için kadın-erkek bütün
halkımıza sesleniyoruz.
Türkiye’de Öncü Kadın için, İşçi Partisi’nde görev alalım ve yerel
yönetim seferberliğine katılalım.
Hak verilmez alınır.
Kadınların özgürlük, eşitlik ve onuru için, kadınlar en öne!
Haydi Mustafa Kemal’in kadınları, Atatürk’ün kızları görev
sizindir.
DOĞU PERİNÇEK
9 Nisan 2014 Çarşamba
HER YER KARANLIK, DÜNYAYI NE HALE GETİRDİLER ...
7 Nisan 2008 tarihli günlüğüm
Gazetede, Akdeniz Üniversitesi'nde sağcı ve solcu öğrenciler arasında çatışma çıktığı haberini inceliyorum; sağcı öğrencilerin ellerinde taş, sopa, zincir, bıçak ve gözlerinde cehaletin karanlığı, sevgisizliğin, nefretin hıncı ... Bunlar en ufak bir dolduruşta insanı lime lime parçalayabilecek potansiyele sahip kara kalabalık ... Nazım'ın dediği gibi, sana düşman bana düşman, düşünen insana düşman ... Ürperiyorum görüntülerinden. Çocuklarım bu dünyayı o kara yürekli, kara beyinli kalabalıkla paylaşmak zorunda. Üniversitede benim sevgiyle yetiştirdiğim çocuklarıma da saldıracak bunlar, diye dehşete düşüyorum. İki kişi ateş etmiş solcu öğrencilerin üstüne; canilerden birinin resmi gazetede; elinde silah, siyahlar giyinmiş, başı kel, alnında kılıç dövmesi, kara sakallı gulyabani gibi, dev gibi iri bir adam. Çok korkutucu görüntüsü. Ruhu, kalbi daha da korkutuyor beni; ya kuzucuklarımın karşısına çıkarsa !!! Kim bilir neyin karşılığında bu gayreti ??? Vatan-Millet-Sakarya diyerek girişmez kimse böyle işlere; kim bilir kimlerin maşası, ne vaatlerle çıktı o sahneye, katilliğe soyundu büyük bir zevkle ...
Güneydoğu'da 5 liraya polis taşlayan çocuklar da bunlardan işte. Bu cehalet, bu yoksulluk olduğu sürece ülkem aydınlık günlere ulaşamayacak korkarım. Başbakan, kadınların en az üç çocuk doğurmasını istedi, sonra, Emine Hanım'ın o koşullarda dört çocuk yaptığını söyleyerek, doğurmamız gereken çocuk sayısını beşe altıya çıkardı. Bu iktidarların sürmesi kara kalabalığa bağlı çünkü ... Cahil ve kömür, gıda erzağına muhtaç bırakılmış, düşünmeyen, sorgulamayan kara kalabalıklar sayesinde iktidarlarını sürdürebilirler ancak ve varlıklarının devamı için kolayca kandırabilecekleri o yoksul, bilinçsiz zavallıların hiç aydınlanmamaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Milleti başörtüsüyle oyalayarak, Meclis'ten ne yasalar geçiriyorlar ... Vatan toprağı parsel parsel satılıyor; tarım, hayvancılık, sanayi yok edilmiş, dışa bağımlı olmuşuz, cahil güruhun umurunda mı ??? Onlara başörtülerini, kara çarşaflarını ver, adına ileri demokrasi de, ahiret, cennet hayalleriyle uyut; bu tarafta gelsin çocuklarını bilmem kimin binlerce dolarlık bursuyla Amerika'da okutmalar, oğullarına gemicikler, fabrikalar, karılarına 6-7 asgari ücret karşılığı gözlükler, çantalar, imam nikahlı eşlere Metris'te adı Metrestepe'ye çıkan binalarda garsoniyerler; dindar değil dinidar sapıklar, beyinleri şeylerinde seks manyakları ...
Ülkemin bu kişilerin elleriyle itildiği karanlık günler herkeste ümitsizlik yarattı. İnsanlarda geleceğe güvensizlik, kaygı, endişe, belirsizlik, ne olacağız, ülke uçuruma sürükleniyor korkusu ... İnsanlar neşesini kaybetti, yaşama sevincini kaybetti ... Ekonomi tepetaklak, işsiz ordusuna her gün yenileri ekleniyor, her gün bilmem kaç esnaf dükkan kapatıyor, dış borç ülkeyi yarı sömürge durumuna getirmiş ... Hükumet bunları düzeltmek için hiç bir çaba göstermezken, "Biz başörtüsü uğruna ölümü göze aldık, bu yola beyaz çarşafla yani kefenimizle çıktık." diyorlar. Her geçen gün kapanan kızlara yenileri ekleniyor. Baba-abi-koca-oğul baskısıyla kapanmaya zorlanan kadınların giysileri biz açıklardan çok daha dikkat çekici, gözalıcı ve şehvet uyandırıcı; çarpıcı renkler, daracık pardesüler, ağır sahne makyajı ... Türk kültürüne uzak Arabi bir hava var etrafta, birileri kandırılıyor ama farkında değiller. Dinin bütün gereklerini yerine getirdiler de sıra başörtüsüne geldi sanki. Hani, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyen Peygamberimizin Hadisi !!! Mesele inanç değil, sadece siyaset, Amerikan emperyalizminin daha fazla sömürmek için dayattığı Ilımlı İslam politikası; kime anlatacaksın ???
Öğrencilerim de ilköğretimden mezun olur olmaz tesettüre sokuluyor, kızların çoğu liseye yazdırılmıyor, ahlakları bozulur, kötü yola düşerler diye. Kurbanlık koyun gibi çaresiz boynunu bıçağa uzatan o kızlarımın gözlerindeki hüzün beni kahrediyor. Annelerinin kaderini devam ettirecek olmak korkutuyor onları . Dokuz-on çocuk doğurmak, koca baskısı altında yaşamak, genç yaşta kocalıp dünya kadar hastalık sahibi olmak bekliyor onları. Bakışlarındaki umutsuzluk, keder bu yüzden; korkuyorlar geleceklerinden ... Ben üç kızımı cehaletin pençesinden alıp liseye yazdırdım, velileri oldum, dersaneye gönderdim, iyi kötü şeytanın bacağını kırdılar, peki ya diğerleri ????
Gazetede, Akdeniz Üniversitesi'nde sağcı ve solcu öğrenciler arasında çatışma çıktığı haberini inceliyorum; sağcı öğrencilerin ellerinde taş, sopa, zincir, bıçak ve gözlerinde cehaletin karanlığı, sevgisizliğin, nefretin hıncı ... Bunlar en ufak bir dolduruşta insanı lime lime parçalayabilecek potansiyele sahip kara kalabalık ... Nazım'ın dediği gibi, sana düşman bana düşman, düşünen insana düşman ... Ürperiyorum görüntülerinden. Çocuklarım bu dünyayı o kara yürekli, kara beyinli kalabalıkla paylaşmak zorunda. Üniversitede benim sevgiyle yetiştirdiğim çocuklarıma da saldıracak bunlar, diye dehşete düşüyorum. İki kişi ateş etmiş solcu öğrencilerin üstüne; canilerden birinin resmi gazetede; elinde silah, siyahlar giyinmiş, başı kel, alnında kılıç dövmesi, kara sakallı gulyabani gibi, dev gibi iri bir adam. Çok korkutucu görüntüsü. Ruhu, kalbi daha da korkutuyor beni; ya kuzucuklarımın karşısına çıkarsa !!! Kim bilir neyin karşılığında bu gayreti ??? Vatan-Millet-Sakarya diyerek girişmez kimse böyle işlere; kim bilir kimlerin maşası, ne vaatlerle çıktı o sahneye, katilliğe soyundu büyük bir zevkle ...
Güneydoğu'da 5 liraya polis taşlayan çocuklar da bunlardan işte. Bu cehalet, bu yoksulluk olduğu sürece ülkem aydınlık günlere ulaşamayacak korkarım. Başbakan, kadınların en az üç çocuk doğurmasını istedi, sonra, Emine Hanım'ın o koşullarda dört çocuk yaptığını söyleyerek, doğurmamız gereken çocuk sayısını beşe altıya çıkardı. Bu iktidarların sürmesi kara kalabalığa bağlı çünkü ... Cahil ve kömür, gıda erzağına muhtaç bırakılmış, düşünmeyen, sorgulamayan kara kalabalıklar sayesinde iktidarlarını sürdürebilirler ancak ve varlıklarının devamı için kolayca kandırabilecekleri o yoksul, bilinçsiz zavallıların hiç aydınlanmamaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Milleti başörtüsüyle oyalayarak, Meclis'ten ne yasalar geçiriyorlar ... Vatan toprağı parsel parsel satılıyor; tarım, hayvancılık, sanayi yok edilmiş, dışa bağımlı olmuşuz, cahil güruhun umurunda mı ??? Onlara başörtülerini, kara çarşaflarını ver, adına ileri demokrasi de, ahiret, cennet hayalleriyle uyut; bu tarafta gelsin çocuklarını bilmem kimin binlerce dolarlık bursuyla Amerika'da okutmalar, oğullarına gemicikler, fabrikalar, karılarına 6-7 asgari ücret karşılığı gözlükler, çantalar, imam nikahlı eşlere Metris'te adı Metrestepe'ye çıkan binalarda garsoniyerler; dindar değil dinidar sapıklar, beyinleri şeylerinde seks manyakları ...
Ülkemin bu kişilerin elleriyle itildiği karanlık günler herkeste ümitsizlik yarattı. İnsanlarda geleceğe güvensizlik, kaygı, endişe, belirsizlik, ne olacağız, ülke uçuruma sürükleniyor korkusu ... İnsanlar neşesini kaybetti, yaşama sevincini kaybetti ... Ekonomi tepetaklak, işsiz ordusuna her gün yenileri ekleniyor, her gün bilmem kaç esnaf dükkan kapatıyor, dış borç ülkeyi yarı sömürge durumuna getirmiş ... Hükumet bunları düzeltmek için hiç bir çaba göstermezken, "Biz başörtüsü uğruna ölümü göze aldık, bu yola beyaz çarşafla yani kefenimizle çıktık." diyorlar. Her geçen gün kapanan kızlara yenileri ekleniyor. Baba-abi-koca-oğul baskısıyla kapanmaya zorlanan kadınların giysileri biz açıklardan çok daha dikkat çekici, gözalıcı ve şehvet uyandırıcı; çarpıcı renkler, daracık pardesüler, ağır sahne makyajı ... Türk kültürüne uzak Arabi bir hava var etrafta, birileri kandırılıyor ama farkında değiller. Dinin bütün gereklerini yerine getirdiler de sıra başörtüsüne geldi sanki. Hani, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyen Peygamberimizin Hadisi !!! Mesele inanç değil, sadece siyaset, Amerikan emperyalizminin daha fazla sömürmek için dayattığı Ilımlı İslam politikası; kime anlatacaksın ???
Öğrencilerim de ilköğretimden mezun olur olmaz tesettüre sokuluyor, kızların çoğu liseye yazdırılmıyor, ahlakları bozulur, kötü yola düşerler diye. Kurbanlık koyun gibi çaresiz boynunu bıçağa uzatan o kızlarımın gözlerindeki hüzün beni kahrediyor. Annelerinin kaderini devam ettirecek olmak korkutuyor onları . Dokuz-on çocuk doğurmak, koca baskısı altında yaşamak, genç yaşta kocalıp dünya kadar hastalık sahibi olmak bekliyor onları. Bakışlarındaki umutsuzluk, keder bu yüzden; korkuyorlar geleceklerinden ... Ben üç kızımı cehaletin pençesinden alıp liseye yazdırdım, velileri oldum, dersaneye gönderdim, iyi kötü şeytanın bacağını kırdılar, peki ya diğerleri ????
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)