28 Ocak 2014 Salı

ANNE, HİÇ ÜZÜLME, KIZIN HALLEDER !...

19.10.2013 / Cuma

Bugün aklıma şimşek gibi geldi yerleşti: yeni yıla Serkan'la girmek istemiyorum... Yeni yıl benim için gerçekten yeni bir yıl olsun istiyorum. Yeni hayatımın ilk günü ve uzun zamandır saymayı bıraktığım 'evlilik' denen cendereye; Serkan'ın, kendisine aşık bu adamın hayatıma girdiği yıllara keskin bir çizgi çekip, kendimi toparlamaya, alt-üst olan ruhumu onarmaya başladığım zaman olarak çentik atmak istiyorum yeni yıla ...
     Sahi, kaç yıl oldu kutlamaya değer bulmadığımız, yine de dalgaların vurduğu kayaların aşınıp, keskin yüzeylerini yumuşattığı gibi, acıların Serkan'ı olgunlaştıracağını umduğum kaç yıl dönümü oldu, bir sayayım: 2001 Ocak, hayat arkadaşımla yeni bir ufka yelken açtığımı sandığım tarih ... Zaten o günün birkaç gün sonrası, onun kendine aşık olduğunu, hayatına başka kimseyi katmaya niyetinin olmadığını anladığım zamanlar ...Parmak hesabı yaptım, evlilik tarihimizi bile hatırlayamıyorum; anmaya değer bir günümüz olmamış ki, nesini hatırlayım ??? Şimdi doğru tarihi bulayım; 1991 tabii ki; yirmi iki yılın bitmesine az kalmış.
     Yirmi iki koca yıl; gençliğim, orta yaşlarım geçip gitmiş yapayalnız ... Ne mutlulukta, ne kederde yanımda oldu Serkan. Hep kendisiyle başbaşa, kendi kadehine çın çın tokuşturup keyifle, "Özlemişim, afiyet olsun..." derken hatırlıyorum onu. Ne bizim şarkımız oldu, ne beraber gittiğimiz mekanlar, ne de oturup konuşacağımız anılarımız var ... Aynı  evin içinde bu kadar yalnızlık nasıl öldürmedi beni, nasıl delirip kendimi sokaklara atmadım, şaşıyorum şimdi. Bir de çok ama çoookkkkk kızıyorum kendime, neden kandım, neden aldandım, neden bitirmeye cesaret edemedim bunca sene; neden yeni bir hayat beni bu kadar korkuttu, diye ... Yakın zamana kadar, şurda ne kadar ömrüm kaldı, birbirimizin ayağına basmadan bir arada yaşayabiliriz pekala, diye düşünüyordum yakınlarda. Sonra kendime şööyle bir geri çekilip baktım; Serkan'la aynı evde kalmaya dayanabilmek için sabahın on birinde başlıyorum içmeye; artık bira, şarap, votka, viski, ne bulursam ...Kafam hafiften hoş olmaya başlayınca, sözleri, davranışları, evin içinde ayrı bir ev olan hayatı sinirlerimi zıplatmıyor, kalp çarpıntısı yapmıyor. O zaman hiç sorun yokmuş gibi sohbet ediyor, şakalaşıyor, gülüşüyoruz. Herhalde, bu davranışlarımı, sorunları aşıyoruz, ilişkimiz düzeliyor, ayrılık kararından vaz geçtim, diye yorumluyor.Serkan'a kalsa, ben yirmi iki sene çektiğim gibi bir o kadar daha çekerim de Gökçe beni kışkırtıyor, ayrılmaya zorluyor. Gökçe İstanbul'da olduğuna göre, ben eski halime döneceğim ve şikayet etmeden yükümü sırtlanıp ölene kadar sadrazamın sol şeysini taşıyacağım... Amaaannnn ne düşünürse düşünsün, 'bizim hayatımız' diyebileceğim bir geçmiş yok arkamda. Neyse, yatmadan önce acılarımı tazeleyip uykumu kaçırmayayım; bu cephede yeni bir şey yok; başlıkla bağlantı kurup yatayım: 
     Uzun yıllar, Serkan'dan boşanırsam annemin çok üzüleceğini düşünerek katlandım; ondan önce çocuklar ...  Yazın anneme kararımı söyleyince, "Çok çektin, boşuna kendini tükettin, ben on beş sene önce boşanırsın sanmıştım." demesin mi... Keşke daha önce konuyu açsaymışım. Yine de annemin, huyunu, karakterini beğenmese de mesleğinden dolayı damadıyla övündüğünü biliyorum. Ben de yıllar boyu, diğer üç kızının mutsuz evlilik yapmış olması, ikisinin boşanıp birinin de acıları yüklenerek evliliğini sürüklemesi nedeniyle, hiç değilse benim evliliğimle övünsün, diyerek, ayrılık kararımı erteliyordum. Zavallı annem, dört kızı var ve hiç birinin karşısına onları mutlu edecek biri çıkmadı. Kadıncağız sadece damatlarından birini mesleğiyle övünebildi; bu evliliğin bedelini kızının çok ağır ödediğini hep bilerek... Annem arada bir, "İyi yönlerini düşün, kötü huylarını görmezden gel, yalnızlık çok zor, iyi düşün." dese de, biliyorum ki sonra, "Beni niye ayrılık kararı verirken desteklediniz, keşke akıl verseydiniz..." demeyim diye öyle söylüyor. Benim acılarımın en yakın tanığıdır annem; çocuklarıma bakarken nelere şahit olmadı ki yanımızda !!!... Benim hep yalnız olduğumu, hayatın yükünü tek başıma taşıdığımı, kalp krizi geçirirken damadının kızını hastaneye götürmediğini gördü annem ... Kalp krizinden saatler sonra ise poliklinik sırasında kızını yalnız bırakıp, arkadaşının karısıyla yatmaya gittiğini biliyor annem. Muayeneden sonra kızını hastane servisine bindirip, yine o kadına gittiğini biliyor annem. Allah hiç bir anneye bu acıları yaşatmasın, demekten başka bir şey gelmiyor elimden şimdi. keşke annem o zamanlar bana, 'Sabret' demeseydi; çocuklarımı alıp yanına gelecek cesareti verseydi. Keşkeler yetmiyor aptallığıma, çocuklar için kendi hayatımdan vaz geçmeme ...Şimdiden sonra ayrılık kararımın Berke'yi  fazla etkilemeyeceğini düşünüyorum. Gökçe ise babasıyla aynı evde kalmanın benim ömrümü eksilttiğini, bir an önce kendimi kurtarmam gerektiğini söylüyor hep. Bense, sanki bu adamla yirmi iki yılımı geçirmemişim gibi geliyor. Geriye dönüp baktığımda, sevildiğimi, değer verildiğimi, korunup kollandığımı hatırladığım bir an bile gelmiyor aklıma. Sanki bir yabancı gibi hissediyorum Serkan'ı; yolda karşılaşsak, selamlaşsak da olur selamlaşmasak da... "Yirmi iki yılın hatırı da mı yok" demem doğrusu. Gerçekten hatırı sayılacak bir anımız yok bizim. Zaten hiç BİZ olmadı ki; yalnızca bir süre ben öyle sandım, daha sonra onun hayatındaki yerimi görünce dehşete düştüm ama çoookkk geç kalmıştım gözüm açıldığı zaman.
    Diyeceğim o ki anne, arkasından ağlayacağımız bir kişi olmadığını sen benden iyi biliyorsun; üzülme hiç; biz Amazonlar alışığız hayatımızı zorlaştıran erkekleri kirli bir gömlek gibi sıyırıp atmaya; MERAK ETME, KIZIN HALLEDER ...

CİDDEN TÜM ERKEKLERİN BEYNİ BELDEN AŞAĞIDA MI; N'OLUR OLMASIN ...

Balıkçıların çok yere olta atıp, yeme gelen balıkları bekledikleri gibi, Salih de Türkçe, İngilizce, Fransızca sayısız profilinde etkileyici sözler ve şarkılarla  kadın düşürmeye çalışıyor. Salih'i nereden mi tanıyorum??? Facebooktan tabii ki ... Salih, Sevda ve bende oluşan komik aşk üçgenine sonra geleceğim ama önce Salih'i tanıyın derim. Salih'in profesyonel kadın avcısı özelliğini ve amacını öğrendikten sonra, hep engelledim. Kadın-erkek pek çok sahte profille bana yanaşmaya, iletişim kurmaya çalıştı. En sonunda, benimle benimle fikir birliğinde olduğu izlenimi verirse o olduğunu fark etmem, aldanırım düşüncesiyle, Cumhuriyetçi Sol adıyla açtığı profilden, paylaşımlarıma İngilizce yorumlar yazmaya başladı; bu memlekette herkes şakır şakır İngilizce konuşmuyor tabii ki; o zaman anladım benim belalı olduğunu; hiç cevap vermedim. Sonunda benim belalı pes edip sitem edince, "Devam ederseniz sizi engellerim, sizi tanıyorum bin bir surat, kadın avcısı" diye mesaj attım. Belli ki, kadın avcısı, sözüne içerlemiş, şu mesajı gönderdi: Engellemeseniz hatırım kalır. Siz, her selamı alacak olsam, diyorsunuz ya, sayfanızda olanların sizin için anlamı yok demek ki. Siz ne kadar nezaket dışı tavır sergileyen bir bayansınız böyle ya, bana hakaret ediyorsunuz, kadın avcısı diye... Korkmayın, on adet silahım olsa yine sizi vurmam, benim kategorimde değilsiniz... Birincisi, yaşlısınız; ikincisi kültürsüz ve nezaketsizsiniz... Yazık yazık size selam verdim, Atatürkçü düşüncede ve de Cumhuriyet kadını olduğunuzu düşünmüştüm, yanılmışım. Artık bana bir cümle dahi mesaj yazmayın. Siz insanların ne iş yapıp yapmadığını araştırmadan bence bir daha böyle nezaketsiz derecede mesajlar atarak insanları zan altında bulundurmayınız, size sadece acıyorum, selamı ve de kelamı bu yaşınıza kadar öğrenememişsiniz... İnsanları önyargınızla tanıyıp ona göre karar vermişsiniz. Sanıyorum ki siz sevilmeyen bir bayansınız, saldırınız da bu yüzden. Bu mesajıma kadar üslubumu bozmadım, bana artık mesaj dahi yazmayınız, üslubumu değiştirmek istemem Sayın Hanımefendi."
     Karnımı tuta tuta gülüyorum, noktasına, virgülüne kadar Salih bu; engelliyorum hemen, adam gibi çıksaydı ya karşıma ... Daha sonraları mevki ve mesleğinden dolayı kadın avcısı olamayacağı sözüne çok güzel bir cevap geliyor aklıma; keşke bunu daha önce düşünseydim, yazıp öyle engelleseydim, diye hayıflanıyorum. Zaten hazırcevap olmayışıma hep yanmışımdır; cuk oturan cevaplar hep iş işten geçtikten sonra gelir aklıma. Salih'e, "Ahlaksızlığın meslekle ne ilgisi var, Drakula da konttu ama kan emici vampirdi..." diye mesaj gönderseydim de iyice çıldırtsaydım öfkeden, ne matrak olurdu ...
     Facebookta benimle tanışmak isteyip gerçekten ciddi olanlar içinde sadece bir kişi tüm özellikleriyle mükemmeldi, fakat ne yazık ki yaş olarak fazlaydı, belli ki yaşıtlarım taze et peşindeydi ... Hayati Bey, 64 yaşında, İTÜ mezunu, doktora yapmış, 68 kuşağından Harun Karadenizlerle birlikte mücadele etmiş... İyisin hoşsun da Hayati Bey,  sen faşizme karşı mücadele ederken ben daha kısa pantolon bile giymemişim, hayatın başkalarının da bayatın bana mı kalacak yani, bana yazık değil mi ??? Her şey bir yana, Hayati Bey, beni evliliğe ikna etmek için çok uğraştı; büyük ihtimal yine sahte profillerle beni izliyor ama yaş farkı kabul edebileceğimin çok üstünde, düşünmem bile. Bana ulaşmaya çalıştığı sahte profillerini yakaladıkça engelledim; bilmediğim kaç profilden beni izliyor kim bilir ... En son kendi adıyla açtığı profilinden, "Seni tanımak ve seninle yaşamak istiyorum." mesajı göndermişti; engelledim; ardından yine sahte bir profilden, "Yoldaş, konuşalım lütfen, ben seninle tanışmayı, seninle konuşmayı çok istiyorum, lütfen." mesajını gönderdi, cevap vermeden engelledim.  Eksik olma Hayati Bey, ben seni tanımak, senle yaşamak istemiyorum; hayatın kimin olduysa bayatın da onun olsun ...  Bir mesajında, "Sonunda ben peruk takıp ya da saç ektirip seni koluma takacağım." demişti. Benden yana ümit beslememesini, böyle konuşmaya devam ederse engelleyeceğimi söyleyince, şu mesajı yazmıştı: "İstediğin erkekte güç ararsan bende var; mutlu etmekse, ben seni mutluluktan uçururum; gezme ise gezme, fikir ise fikir; sevgi ise sevgi..."
     Aaaahhhhh Hayati Bey aahhhhhh!!! Biliyorum, aradığım hayat arkadaşında istediğim her şey sende fazlasıyla var ama yaş da fazlasıyla var ... On yaş küçük olsaydın ne olurdu ... O zaman da eminim sen beni beğenmez,daha genç kadınların peşinde koşardın, hadi sana uğur olsun... 
     Facebookta özgeçmiş verenlerden biri de hemşerim olmasının bizi yakınlaştıracağı düşüncesinden yola çıkan, laubali yorumlarıyla bir evimize girmediği kalan bir zattı. Profilinde eğitim durumu, İstanbul Üniversitesi, yazıyordu. Mesajlarına cevap yazmadım, aylar sonra şimdi merak edip profiline göz attım; 1980 Lise Mezunu, İzmit Kocaeli, yazıyor. Vay sahtekar, demek gözü açılmamış biri olsaydım tuzağa düşürmüştün... Şerrrefsizzz seniiii ..... 
     

FACEBOOK AŞIKLARI... AŞK PARMAKLARININ UCUNDA ...


Bu memlekette boşanmış kadın orta malıdır; kurtlar sofrasındadır artık o; kapanın elinde kalır; parçalayın, sofranıza meze yapın onu; nasıl ki tek erkeğin parçalamasını reddetmiş, çok erkeğin parçalamasını hak etmiştir o... Seks abidesi, yatak arkadaşı olmaya hazır kadınlardır onlar ... Ayakta kalabilmek için ne mücadeleler verdikleri kimsenin umurunda değildir; yatacak bir erkek için ortaya düşmüş kadınlardır onlar ...
     Ben de bu genel geçer kurallardan nasibimi aldım elbette; sen misin bir erkeğe köle olmayı reddeden; o zaman sanal hayatta ve gerçek hayatta bizim kölemizsin, çünkü biz erkeğiz,  sana istediğimiz gibi sarkıntılık edebilir, el koyabiliriz, senin hayatla mücadelen kimin umurunda ???
     Gelelim facebook sayfama, atış serbest ...
     Sayısız, slm, nbr, nasılsınız, iyi akşamlar, çok güzelsiniz ... mesajları ... Profilimdeki paylaşımlardan  yola çıkarak, ülke sorunlarına duyarlı, mücadeleci kişilik ayaklarıyla sohbet başlatmaya çalışanlar, yirmi üç yıllık kocamın etmediği  iltifatlar... Bir de iş başvurusu gibi özgeçmişini ve medeni durumunu yazarak, ciddi olduğunu belirtmeye çalışanlar var ama ne yazık ki onların içinde 60 yaş altı hiç yok ... Sahte profille kandırmaya çalışanlar var; ademin biri Davud Abraham adıyla sahte profil açmış, ne kadar güzel ve zeki olduğumu yazıyor İngilizce; profilimde İngilizce Öğretmeni olduğum yazıyor ya ...  Başka bir şahıs, İstanbul'da oturduğunu, harita mühendisi olduğunu,benimle tanışmak istediğini söylüyor; profilini inceliyorum; sayfasında sadece kadın arkadaşlar görünce, bu durumu belirterek kendisiyle tanışmak istemediğimi belirtiyorum; o günden sonra o profilde tek paylaşım yapılmıyor; profil felç ... Belli ki profil sahte ve büyük ihtimalle bir kadın avcısına ait yüzlerce profilden biri ...
     Bir de Ottowa'da yaşadığını yazan sözüm ona bir Kanadalı'nın mesajı var; Hi, Dear... You look so beautiful in your profile picture. Are you from Turkey? Yani, sevgili, profil resmin çok güzel, Türk müsün? Cevap vermeyince bu da kuyruğunu kıstırıp gitti.
     Uzun süredir sözleriyle bana ilgisi olduğunu hissettirmeye çalışan Kemal Bey sonunda dile geldi, açık açık söyledi duygularını; kendisine karşı ilgimin olmadığını söyledim, kırıldı galiba, cevap vermedi. Mesajında, seninle yaşamak nefes almaktır, diyor; ah bu sözü gözümün gönlümün seveceği kişiyi bulsam da o söylese, ne olur !!! Vay benim kara bahtım kem talihim ... Kırk dokuz yaşındayım daha, birinci denemede tutturamamışım, aşktan sevgiden nasibimi almamışım, ikinci bahara gözümü dikmişken neden üçüncü baharını yaşamak isteyen altmış yaş üstü talipler sıraya dizilmiş; yaşıtlarım sübyancı mı; öyleyse ben de aşk defterini kapatayım gitsin ...
     Bir sabah sayfamı açtığımda şu sözlerle karşılaşıyorum mesaj kutumda : "Bu sabah mavi bulutları avucuna, bütün güzellikleri, mutlulukları gönlüne ve dostluğu usulca KALBİNE bırakıyorum! Güneş, her zaman senin için doğsun! Günaydın Sevgili Ayşe Hanım! Sıcacık sevgi ve selamlarımla... Mesajı gönderenin profil resmine bakıyorum, ak saçlı, tiridi çıkmış,  65 yaşlarında bir ademoğlu, belki de yetmişinde ... Kadınlar güzel sözlerden hoşlanırlar, demişler garibime, şansını deniyor işte, ya tutarsa !!! Bunak ya, adıma da Ayşe, diyor; ya Rabbim ne günlere kaldım, al canımı, diyeceğim ama diyemiyorum, çocuklarım için yaşamam lazım; sen iyisi mi bu adamları al ... Moralim bozuluyor tabii ki; 49 yaşımı henüz bitirdim; bundan sonra bana hep böyle kaditi çıkmış pinponlar mı yanaşacak; yaşıtlarımın hepsi mi kapılmış, boştakilerin  hepsi mi sübyancı ??? Yandı gülüm keten helva !!!

3 Mart 2008 tarihli günlüğüm


     Serkan, uzun zamandan beri ilk defa hafta sonunu kavga çıkarmadan, kontrolden çıkarak sudan sebeplerle bağırmadan geçirdi. Her hafta sonu, "Acaba bugün neyi bahane edip kavga çıkaracak?" diye tedirgin olurdum ve sonunda mutlaka bir yerden patlak verirdi. Bana bağırma fırsatı vermemek için araya mesafe koydum, böyle çözüm buldum çaresiz; ne yapsam gazabından kurtulamıyordum çünkü ... Her an, acaba şimdi mi bağıracak, diye yaşamak çok zor, tükendim ... Gerginlik bütün eve siniyor, özellikle hafta sonları ... Çocuklar, "Babam eve negatif enerji yayıyor." diyorlar. Gökçe, "Yaşasın, babam evde yok." diye seviniyor, onu evde görmeyince. Ne yazık ki, Serkan, Gökçe'yle de benimle kurduğu iletişimin aynısını kurdu. Aynı iletişimsizlik, yüzeysel konuşmalar, derinliksiz sohbetler, paylaşımsız ortam, davranışlarından hissedilmeyen sözde sevgi sözcükleri, verdiği öğütleri kendi hayatına uygulamayışı ... "Babam evdeyken ya uyuyor ya televizyon izliyor." diyor Gökçe. gerçekten de bu aralar televizyonda film izlemeye taktı. Evde olduğu hafta sonları sabahtan gece yarısına kadar televizyon hep açık. Bazen günde üç film izlediği oluyor. Hayattan iyice koptu, ruh gibi oldu. Her zaman kendi hayatını ayrı yaşamayı, bizim hayatımızdan ayrı tutmayı becermiştir zaten. Evde ne sorun olursa olsun, Serkan gününü istediği gibi yaşar; tek kişilik hayat ve mutluluktur onunkisi ... Gökçe sürekli, "Babam hayatını dilediği gibi yaşıyor; sen de bizim için kendinden vazgeçme, hayatını yaşa, dünyaya bir daha gelmeyeceksin..." diyor bana.
     İçimden bir his birdenbire, "Artık bitti." dedi. Serkan'ın son zamanlardaki davranışlarını mantıklı bir gözle değerlendirince, "Yahu bu iş sahiden de bitmiş, ben nasıl hala görmezden gelebiliyorum?" dedim. Bana sarılmalarının, gittikçe sıklığı artan 'aşkım' seslenişinin, aslında biten bir ilişkiyi gizlemek için zoraki davranışlar olduğunu nasıl da fark etmemişim?... Daha önce de olduğu gibi, neden beni sevmediği halde sever gibi rol yaptığını sorduğumda, "Bunu duymaya ihtiyacın vardı, onun için söyledim." diyecekti nasıl olsa. Zaten yıllardır er ya da geç yine bir kadınla ilişkisi ortaya çıkarsa, yine bu cümleyi duyma korkusuyla bir türlü güvende hissetmemiştim kendimi. Davranışları bana güven vermiyordu çünkü. Bolca kullandığı sevgi sözcükleri, davranışlarla desteklenmeyince, sahte, yapmacık kalıyordu ve ben içimde gittikçe büyüyen yalnızlık ve sevgisizliği en az hasarla atlatabilmek için insanüstü çaba gösteriyor, köşeye sıkışınca da içerek beynimi ve duygularımı uyuşturuyordum. 'Acaba' korkusuyla yaşamaktansa, bana karşı duygusunun kalmadığını, sadece çocuklar için benimle olduğunu söylemesini tercih ederdim. Yıllardır ben, bu evde onunla birlikte kalmamın tek sebebinin çocuklar olduğunu fakat benim bu duygumun değişmesi için ondan bazı adımlar beklediğimi açıkça söylüyordum. Keşke aynı yürekliliği o da gösterebilseydi!!! Duygularını, planlarını, iç dünyasını, hesaplarını anlamak, tahmin etmek mümkün değildi. Öyle sımsıkı kapalı ki kapıları, yüzünde tek bir sinir, tek bir kas bile ele vermiyor bana karşı içinde neler hissettiğini... Bunların güzel duygular olmadığına eminim sadece. Bana karşı öfkesinin, kininin derinliğini ve sebebini merak ediyorum sadece. Bana içinde tükenmez bir öfke ve kin var. Nedenini yıllardır düşünür dururdum, geçenlerde aklıma geldi; sanırım o kadınla ilişkisini çevreye duyurup rezil ettiğim için beni bir türlü affedemedi içinde. Yaşadığı o iğrenç ilişkiden utanmadı da duyulmasından utandı. Bebeğim kucağımda ayrılma kararımı bildirdiğim zaman beni kararımdan döndürmek için silahını kafasına dayayıp, kararımdan vazgeçmezsem hiç düşünmeden tetiği çekeceğini söyledi ama daha sonra o günlerin bende bıraktığı yıkımı silmek için hiç bir şey yapmaya tenezzül etmedi, beni buna değer görmedi; nasıl olsa iki yalanla elinin altındaydım... Tek duyduğum, sahte olduğunu çocukların bile anladığı içi boş, yapmacık sevgi sözleri; o da kurulmuş plak gibi, yeni yetmelerin dilinden düşürmediği dizi film sözü, "Aşkım"
     Artık ona dair içimde hiçbir ümit kalmadı. Bundan sonra yakınlaşmaya çalışsa da, öyle soğudum ki, onunla yaşadığımız güzel günler çok uzaklarda kalmış sanki; iki yabancı olmuşuz gibi hissediyorum; ona karşı içim bomboş ...


27 Ocak 2014 Pazartesi

2.3.2008 tarihli günlüğümden,



Geçen hafta Berke, arkadaşının doğum gününe gittiğinde arkadaşına, annen nerede, diye sormuş; Can,, annem öldü, deyince oğlum sorduğu için çok utanmış ve çok üzülmüş. Akşam eve geldiğinde, "Can'ın annesi ölmüş, ne korkunç bir şey, çok üzüldüm...' derken elimi, beni kaybetme korkusuyla sıkı sıkı tutarken sesi titriyor, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. 
     Sağlıklı olmaya ve olabildiğince uzun yaşamaya bunun için karar vermiştim bir süre önce. Hayat denen kurt kapanında, it dalaşında çocuklarımın yanında birkaç yıl daha fazla kalabilmek için zaten keyfe keder kullandığım ama arada sınırı aştığım alkolü ve sigarayı bırakmaya karar vermiştim.
     Senelerdir yalnızlığın ve sevgisizliğin acısına, ruhumdaki beni perişan eden dalgalanmalara güçlükle katlanıyorum. Arada yaşadıklarıma katlanmak için iki üç bira içip temizliğe girişiyor, şarkılar söyleyerek evin altından girip üstünden çıkıyorum; sonra da, 'Kanımda Serkan'dan geçen Hepatit B taşıyıcılığı var zaten, bir de içerek karaciğeri tahrip edip ömrümü kısaltıyorum.' diye kendimi suçluyorum. Madem ki dünyaya iki çocuk getirdim, hayatımı böyle hor kullanmaya, hayatla kumar oynamaya hakkım yok...
     Psikiyatrik tedaviye başlamaya bir türlü karar veremiyorum. Depresyon, anksiyete... doktorların her türlü soruna aynı ilacı vermeleri güven uyandırmıyor bende. Bir de ilaçların yan etkilerine katlanmak kabir azabı... Kendi kendime de toparlanamıyorum ama... Bitkisel reçeteler, yoga, falan fişman... ne yaptıysam ruhumu dengeye oturtamıyorum. Gayet mutlu, neşeli, herşey yolunda, derken... hava bulutlanıp yağmura dönünce ben tırlatıyorum, nefes alamıyorum, çıldıracak gibi oluyorum. Anksiyete mi, panik atak mı neyse ne, bilmiyorum ama yağmurdan, şimşekten, gök gürültüsünden dehşete düşüyorum, çok korkuyorum; durup durup pencereden dışarı bakıyorum, yağmur kesilmiş mi, bulutlar biraz olsun aralanmış mı diye... Depresyonda olmadığımı biliyorum çok şükür, bu da az şey değil ama her yağmurda, yusuf yusuf, demek de bitiriyor beni ...Gerginlik kalbimi yoruyor, tüm bedenimi hırpalıyor; bütün kemiklerim sızlıyor bu korku nöbetlerinde. Yağmurlu havalarda deprem olacak diye korkudan ölüyorum. İzmir'de depremi yaşarken yağmur yağıyordu ve bu bende kalıcı hasar bıraktı, bir türlü atlatamıyorum; her an altımdaki yer sallanıyormuş gibi geliyor. Çocuklar gerginliğimi, korkumu fark etmesinler diye insanüstü çaba gösteriyorum. Hele yağmurlu havalarda Serkan evden uzakta görevdeyse, başucuma fenerler, mumlar, koridora şemsiyeler, askıya montlar, kol içine çoraplar yerleştirip, tedirgin, korkulu bir uykuya yatıyorum.Uzun zamandır bu korkuyu atamadım üstümden. Öyle zamanlarda sokaktaki insanlara bakıp, "Her şey yolunda, sadece yağmur yağıyor, bak insanlar sokakta dolaşıyorlar, anormal bir durum yok, korkacak hiçbir şey yok." diye kendime moral vermeye çalışıyorum. Ne yaparsam yapayım, yağmur kesilinceye kadar kalbim deli gibi atıyor, huzur bulmuyor. Yağmurdan sonra dayak yemiş gibi, uzun zaman kendimi toparlamaya çalışıyorum.


Altı yıl önce, 9.2.2008 günü defterime yazdıklarım…




  

     Konuşmak faydasız… Sözlerim sanki  duvara çarpıp, bana geri dönüyor gibi geliyor her seferinde. Serkan’ın boş ve bıkkın gözlerle yüzüme bakıp, bir an önce bitirmem ve susmam için adeta yalvaran ifadesini görmeye dayanamıyorum. Ne zaman kangren olmuş sorunlardan birisini açacak olsam ağzım kurur, yüreğim sıkışır sıkıntıdan, gerginlikten… İşimi kolaylaştırmaz, tam tersine konuşmaktan kaçmak için her yolu dener, iletişimi tıkar. Konuşsak ne olacak sanki, o da haklı … İlişkinin sınırlarını kendince belirlemiş, öyle değil mi?... Yapmam gereken, onun belirlediği sınırlara uymak, bana verdiği rolü uysal bir şekilde kabullenmek. Yıllarca da konuşsak bu kararından vazgeçmeyecek nasıl olsa; konuşmak neyi değiştirecek???
     On üç yıl önce bugün de yine böyle yalnız, kırılmış, örselenmiş ruhumla katlanmaya çalışıyordum acılarıma…Yalnız ve dayanılmaz sancılarla geçen gecenin sabahında kızım dünyaya gelmişti. On üç yıl öce bu saatler hastanede doğum sancıları çekiyordum ve çocuğumun babası doğum öncesinde beni öncesinde öyle kırmıştı ki, sancıları çekerken ölesiye yalnız olduğumu bilmek içimi çok ama çok acıtıyordu. O gece de onu kendime yabancı hissediyordum; geçen yıllar içinde pek çok kez olduğu gibi … Ne hamilelik süresinde, ne doğumda, ne sonrasında beni şımartmamış, nazlandırmamış, sevildiğimi, kadın olduğumu, insan olduğumu hissettirmemişti. Hep büyümeyi, olgunlaşmayı reddeden, korkunç derecede bencil, kendine hayran, aşık bir insan olarak kaldı. Davranışlarıyla kendi etrafında dönerken, nice büyük duyguları, sevgileri, hazları kaçırdığını fark etmedi. Kendine hayranlığı doldurdu bütün hayatını; sorun beni sevmeyişi değildi, onun hayatında bir kadına yer yoktu; kendisine tapınırcasına hayrandı ve onun hayatında bir kadın ancak bakıcı olarak yer alabilirdi.
     Geçen yıllardan sonra bize baktığımda, çok acıklı bir tablo görüyorum; halimize ağlamak geliyor içimden.  Sadece ben değilim, yalnız ve mutsuz olan; o da bende aradığını bulamadı, o da yalnız ve mutsuz. İki kişilik mutsuzluğumuzu, yalnızlığımızı sürüklüyoruz yıllar yılı … Yalnızlığımız, sırtımızda taşıdığımız dikenli haçımız, çıkarıp atamadığımız… Ruhumuzu kanatan, yaralar açan dikenli haçımız, bizim iki kişilik yalnızlığımız; kaderimiz zannettiğimiz… Yatakta birbirimize değmemek için en uca kaçarız ikimiz de … Arada bir sorunların çözülebileceği duygusuna kapıldığım olur; çektiğim acıların, yalnızlığımın bittiğini, sabırla bekleyişimin, emeklerimin karşılığını alacağımı zannederim o zamanlar… Sarılıp yatarız, birbirimize hep gülümseriz; ta ki az önce sevgi sözleri söyleyen o değilmiş gibi, sudan sebeplerle öfke nöbetine kapılarak bana avaz avaz bağırıp hakaretler edinceye kadar. O zaman yine güllerim solar, gönül bahçem kurur, gülüşüm, sevincim yüzümde donar. Öyle uzaklaşır ki ruhum ondan, bir daha hiç sarılamayacakmışım gibi gelir. Acırım kendime, senin aşktan nasibin, görüp göreceğin bu işte, diyerek …
     Ben, böylesine dengesiz ve bencil biriyle beraber olamayacak kadar duygusal ve kırılganım. Aslında öfke patlamalarından sonra çoğu kez pişman oluyor ve hiçbir şey olmamış gibi benimle beraber olmaya devam etmek istiyor. Ben idare edip, olanları yok saysam sorun çözülecek ama yapamıyorum işte; kadınlık oyunlarını öğrenemedim bir türlü… Bana bağırdığı zaman, hep içinde biriktirdiği öfkeyi, nefreti kusuyormuş gibi geliyor; küçücük, önemsiz bir duruma o denli şiddetli tepki göstermesi, bana karşı içinde biriken nefret duygusunun denetimden kurtulup açığa çıkması… O yüzünü gördükten sonra, beni sevdiğini söylemesi inandırıcı gelmiyor bana; inanamıyorum, güvenemiyorum sözlerine. Kendimi hayat karşısında yapayalnız, çaresiz, savunmasız hissediyorum.

     Bir bütün olamadık, hiçbir zaman ‘biz’ olamadık; hep o ve ben, yan yana değil, karşı karşıya olduk. Ben yanına geçmeye çalıştıkça o inatla karşıma geçti, başkalarıyla birlik olup beni yıkmaya, çökertmeye çalıştı. Nasıl böyle oldu, nasıl bu duruma geldi, bana karşı neden ve ne zaman bu kadar kin biriktirdi, bilendi; farkına varmadım hiç ama bu dönüşü olmayan yolda görüyorum ki, bana karşı bitmez bir öfke ve hınç var yüreğinde. Saklamaya çalışıyor, seven adam rolünü oynuyor ama arada şeytan dürtüyor, nefreti açığa çıkıyor. Konuşsa, belki öfkesinin sebebini anlarım ama konuşmaz, duygularını açmaz, kendini ele vermez hiç. Kapalı kutudur; rol yapar hep, gerçek yüzünü ve duygularını öfke patlamalarında açığa çıkarır sadece. Çok yordu beni; kişiliği, davranışları; çok yoruldum ve ondan beklentilerimi yıllar var ki en en en aza indirdim. Sadece huzurumu bozmasın, hayatla tek başıma mücadele ederken direncimi yok etmesin istiyorum ama bunu bile yapamıyor ne yazık ki… Yoruldum, çooookkkkk yoruldum…

24 Ocak 2014 Cuma

MERHABA YENİ HAYAT ..!!!

     Amazonlar ... Milattan Önce 1200 yıllarında Samsun Terme Çayı kıyısında kurdukları Themiskyra kentinde yaşamış efsanevi kadın savaşçılar ... Bu kadınların, okların yaylarını iyi çekebilmeleri için, çocukken sağ göğüslerini kestikleri, bundan dolayı kendilerine, 'memesiz' demek olan Amazon adının verildiği söylenir. Kadınlara verilen önemi temsil ettiği için Ana Tanrıça Kibele'ye taparlar.
     Bugün ise pek çok kadın, topraklarını korumak için değilse de, kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını korumak için tıpkı Amazonların savaş sanatını öğrendikleri gibi, hayatın zorlukları, acıları karşısında hayatta kalma, her yenilgiden, yıkımdan, darbeden sonra yine ve yine ayakta kalma sanatını öğrenmişlerdir. Hayat, bu kadınlara seçenek sunmamış, rolünü ve görevini dayatmış, üstesinden gelmeyi, kafasına vura vura öğretmiştir. Hayatında kimseye nazlanamamış, kimsenin kıymetlisi olmamış, başını kimsenin omzuna koyamamış, hiç saçları okşanmamış... acılarını gözyaşlarıyla yıkadıktan sonra toplum karşısına sapasağlam çıkmak zorunda olan, hasta olma hakkı bile olmayan kadınlardır onlar ... Tıpkı iyi ok atmak için memesini kesip atan Amazonların, erkekleri de fırlatıp atmaları gibi, bu kadınlar da sözde erkeklerle birlikte kurdukları hayatın yükünü tek başlarına omuzlamak zorunda kalmış; güçlerinin tükendiği yerde de gemi su alınca yükü hafifletip batmasını önlemek için gereksiz eşyaların denize atılması gibi, erkekleri hayatlarından çıkarıp atmışlardır.
     Annem bir Amazondu; erkek sözcüğünün onun hayatındaki karşılığı, yağma, talan, dayak, işkence... idi ve çocukları için güçlü olmak zorundaydı. Bu mücadele onu, erkeklere eyvallahsız bir kadın yaptı. Ayakta kalabilmek, çocuklarına kol kanat gerebilmek için çok ama çok güçlü olmak zorundaydı. Hayat, hiç bir seçme hakkı vermeden dayatmıştı bu görevi ona ve hayat yolunda erkeğini; acılarını, zor günlerini paylaşan, koruyan kollayan kahramanı olarak yanında bulamayan diğer kadınlara ...  Ne acıdır ki, biz kızlar da annemizle aynı kaderi paylaştık ... 
      Yirmiüç yıllık evliliğim boyunca, ne hastalıkta ne sağlıkta, ne iyi günüde ne kötü günde, tökezlediğim, düştüğüm hiç bir günümde yanımda değildi Serkan ... Korkunç bir bencillikle hep kendisiyle ve kendisi için yaşadı yıllar yılı. İki yarımdık hep, hiç tam olamadık. Aynı evde birbirine yıldızlar kadar uzak iki yabancıydık. Ona ulaşma çabalarım sonuç vermedi, kabuğunu kırmayı başaramadım. Kendini bu kadar sevmesinin hastalık olacağı aklına gelmedi hiç... Ayrılmaya karar verdiğim her sefer değişeceğine dair vaatler, yeminler; kısa bir süre iyi koca rolü, sonra yine korkunç, kopkoyu, kapkaranlık yalnızlık. Yoran, tüketen kimsesizlik, sahipsizlik ...
       Bu defa ayrılma kararımın diğerlerine hiç benzemediğini biliyordum. İçimde ona karşı en ufak sevgi kırıntısının kalmadığını, ona olan tek duygumun acıma hissi olduğunu fark ettim ve kirli bir gömleği çıkarıp atar gibi hayatımdan çıkarıp attım bu sömürücü, vicdansız, sevgisiz... yıllar yılı sürüklenen beraberliği. O an, artık kimsenin beni üzmesine, kullanmasına, yıpratmasına... izin vermeyeceğime dair kendi kendime söz verdim; varsın benim de hayatımda erkek olmayıversin...!! Evliliği yürütmenin bedelini, sağlığımı, neşemi, coşkumu, yaşama sevincimi, hevesimi kaybederek ödedim. Ben babasız büyüdüm, çocuklarımı babasız büyütmeyeceğim, diye kendime verdiğim sözü, büyük kayıplar pahasına tuttum. Çocuklarım büyüyünceye kadar hayatım bana ait değildi. Yanlış erkekten, çocuk kalmış hasta ruhlu bir erkekten iki çocuk yapmıştım ve hatamın bedelini hayatımdan vazgeçerek, kendimi çocuklarıma adayarak, onlara hem annelik hem babalık yaparak ödedim. Onların arkasında, her başları sıkıştığında sığınabilecekleri kahraman babaları değil, kahraman anneleri oldu hep. 
     Bunca fedakarlığa değdi mi peki ... Serkan, çocuklara karşı da bencil davrandı, onlarla da sağlıklı ve sağlam bir ilişki kuramadı; çocuklar neredeyse babasız büyüdüler. Yine de böylesi daha iyi, en azından benim ve çocukların aklında ayrılık kararım konusunda keşkelerimiz kalmadı. Benden çok onlar istedi ayrılmamı ... Babalarının bana acı çektirmesine dayanamıyorlardı; beni mutsuz görünce boyunları bükülüyordu. Annelerinin, daha da geç kalmadan gezip tozmasını, mutlu olmasını, hatta acilen bir sevgili bulmasını istiyorlar şimdi ... 
     Bense, yüzlerce diken saplanmış yüreğim avucumda, kendime gelmeyi, kaybettiğim yaşama sevincimi yeniden bulmayı istiyorum sadece. Ruhum çok hoyrat kullanıldı, çok örselendi; ruhumu onarmalıyım önce; yüreğimdeki dikenleri, can kırıklarını tek tek temizlemeli, yaralarımı sarmalıyım. Kendimi, yirmi üç yıldır çıkmaya çalıştığım ama bir türlü çıkışı bulamadığım karanlık bir tünelden ışığa, aydınlığa, güneşe nihayet çıkmış gibi hissediyorum ama yorgun, bitkin; mecalim yok, hevesim de, bir erkeği hayatıma almaya. Kendimi bulmalıyım önce; kendimi keşfetmeliyim. Uzun süren hastalıktan sonra özgürlüğe kanat açmış kuş gibiyim; ama yaralı ve uçmayı unutmuş ...
     Yine de MERHABA HAYAT !!!...