10 Haziran 2014 Salı

“DÖRT YANIM PUŞT ZULASI…”

                  

  
    18 Aralık 2008 tarihli günlüğüm

          Haftalardır büyük bir heyecanla Milli Eğitimde aylıkla ödüllendirilen öğretmenlerin listesinin internette yayınlanmasını bekliyordum. Adımın listede olduğundan hiç şüphem yoktu. Bu akşam liste yayınlandı ve adım yoktu. Şaşkınlıktan ziyade, dehşet duygusuydu hissetiğim.  Ortaçağ kafalı gerici zihniyet, irticacı kadro devleti ağ gibi sarmış; kimseye hesap vermeden keyfi davranabiliyor, sanki kendi istekleriymiş gibi, Amerikan emperyalizminin istediği Türkiye’yi yaratmak için dört bir yandan saldırıyorlar. Haklarını yemeyelim, kendileri de Türkiye’de şeriat hükümlerinin hakim olmasını canla başla istiyorlar; sırf dört kadına sahip olmak için. Bu, benim düşüncem olmakla birlikte, Müdür Başyardımcısı Cemal Beyin bir sohbetimizde Müdür ve yardımcılarını kastederek söylediği, “Hocahanım, ben akşama kadar bunların içindeyim; emin olun tek düşündükleri, şeriat gelirse dört kadın alacağız, hayali. İslamı yaşamak istediler de ellerini mi tuttuk, İslamın bütün gereklerini yerine getirdiler de sıra dört kadın almaya mı geldi.” sözleriyle ve yaşantılarım, gözlemlerimle doğruluğu sabit olan bir değerlendirme. İslamiyeti cinsel arzularına alet etmek isteyen, okullarda kadın öğretmenlerin selamını almayan, elini sıkmayan  bu sapıklar, ‘gün uğursuzun’ düsturuyla bugün her yerdeler. Korku filmi gibi, amip gibi, kanser hücresi gibi durmaksızın çoğalıyorlar çoğalıyorlar ama onlarcasını korkutmaya “höt” diyen bir cesur yürek yetiyor. Ben bu okuldaki tek cesur yürektim ve Don Kişot gibi tek başıma yel değirmenlerine karşı yılmadan savaştım.

          Önceki okulumdaki Müdür, ben nasıl olsa ‘Vatan, Millet, Sakarya’ diyerek olağanüstü çalışıyorum, beni gaza getirmek için ödüle gerek yok, inancıyla, benimle aynı düşünceleri paylaşmasına rağmen, ilde yılmaz Atatürkçü olarak bilinen beni ödüle aday göstererek kariyerini tehlikeye atmaya, riski göze almaya gerek olmadığını düşündü ve Başmuavinden duyduğuma göre, teneffüslerde sigara molasını iki katına çıkaran, derslere zorla giren resim öğretmenini gayretlendirmek için, aylıkla ödüllendirmeye aday göstermişti. Yirmi yıl  önce  görev yaptığım Erzurum’da her daim gözleri çapaklı, yobazın önde gideni Müdür
          Başyardımcısı da, “Hocahanım, haklısınız, aylıkla ödüllendirme sizin hakkınız ama Nermin Hanımın sizin yaşınız kadar hizmeti var.” diyerek sırf türbanlı diye, okulda hiçbir varlık göstermeyen o kadını aday gösterdiklerini söylememiş miydi? Karısı ve kızı kara çarşaflı Okul Müdüründen, okulda kütüphane kuran, tüm sosyal etkinlikleri yapan, duvar gazetesi çıkaran beni aylıkla ödüllendirmeye aday göstermesini
         beklemek ne saflıkmış. Daha önce Ankara Pamuklar İlköğretim Okulunda, göreve başlayalı iki ay olan Din Kültürü Öğretmeni aylıkla ödüllendirilmemiş miydi; şimdi bunların tekerine çomak sokmanın ne gereği vardı !!!

          Bu defa susmayacaktım; Milli Eğitim Müdür Yardımcısıyla görüştüm, durumu anlattım; adam, haklısınız, merak etmeyin bu yıl telafi ederiz, okul müdürünüzle görüşeceğim, dedi ve ben onun sözlerine güvenerek, yıllardır hakkım olduğu halde birtakım hesaplarla başkalarına verilen ödülün bu yıl bana verileceğine emin oldum. Yanılmışım, kişisel çıkar her dili konuşur, her kılığa girer, diye boşuna dememiş bir düşünür. İnsanoğlu çiğ süt emmiş; hele Türkiye’de haklı olanın değil, güçlü olanın yanında yer almak genel kural. Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin yargılandığı bir süreçten geçiyoruz ve ben de nasibimi aldım. Hak ettiğim ödüle aday gösterilmeyişimin tek nedeni, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi düşünceleri savunmam ve okulda bu yönde etkinlikler yapmamdır. Önceki okulumda ‘Atatürk Fotografları ve Kitapları Sergisi’ açtığım zaman Okul Müdürüne, sergiyi yerel basına haber vereceğimi söylediğimde kabul etmemiş, serginin gizli kapaklı kalmasını istemişti. Adında CUMHURİYET olan bu okulumda aynı sergiyi açtığımda da, kendilerinden yazılı duyuruyla yardımcı olmalarını istediğim öğretmen arkadaşların, Okul İdaresinin korkusuyla sinmiş;  Okul İdaresi de, yardımcı olmak şöyle dursun, pek çok zorluk çıkarmış, ben her zorluğa göğüs gerip sergiyi açınca da, sergiyi ziyaret bile etmemiş,  görmezden gelmişti. Okulun internet sitesinde öğrencilerin basit el işlerinin fotografları yer alırken,  görkemli Atatürk Sergisinden  tek fotograf konmamış; İdareye rağmen benim çağrımla okula gelen yerel televizyon muhabirine, ben dersteyken,  okulda olmadığım söylenmiş; muhabir çekim yapmadan gitmişti.  Muhabiri ısrarla yeniden çağırdım; çekim yaptı ve sergimiz akşam haberlerinde oldukça uzun bir şekilde benim açıklamalarımla verildi. Çıkardığım CUMHURİYET ÇOCUKLARI adlı okul dergisinde sergi fotograflarını tam sayfaya koydum. Elbette bana ödül vermez bu adamlar; gün uğursuzun !!!

          Bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok. Bu memlekette Atatürkçü olmak suç sayılıyor artık. İdari kadrolar, ‘gün uğursuzun’ olduğu sürece Atatürk’le ilgili çalışmaları, henüz değiştiremedikleri, uymaya mecbur oldukları Yönetmelik gereği def-i bela kabilinden zoraki yapacaklar ama kafalarına göre takılmaya devam edecekler. Okulardaki sendikalı  öğretmenler, aman İdareyle ters düşmeyim, ders programımı bozmasın, beni evime yakın okulumdan sürmesin, diyerek, üç maymunu oynayacak; memleket talan edilirken, tufandan ne kapabilirim, anlayışıyla sus pus olacaklar. Okulun Eğitim-İş Sendika temsilcisi, “Çoğunluk bizde, İdarenin antidemokratik ve antilaik uygulamalarına karşı toplantılar yapalım, İdareye baskı uygulayalım.” Sözüme karşılık, “Hocahanım, devir onların devri; sıra bize de gelecek.” dememiş miydi !!! Kırpık bıyıklı adamlar Türkiye Cumhuriyetinin okullarında, babalarının çiftliği gibi cirit atıyor; köpeksiz köyde değneksiz geziyorlar. Benim ders dışı etkinliklerimin onda birini bile yapmayan silik şahsiyetler aylıkla ödüllendiriliyor; bu yıl da ödül, muavinin başı bağlı karısına verilmiş. Aylıkla ödüllendirmeyi intikam alma, Atatürkçü öğretmenleri cezalandırma amacıyla kullanıyor mürteci kadrolar.

         Çalıştığım her okulda tiyatro, şiir dinletisi, kütüphane kurulması, zenginleştirilip nöbet sistemiyle işler hale getirilmesi; tören ve milli bayramlarda öğrencilerin ilgisini çeken coşkulu programlar; duvar gazetesi, okul dergisi, kitap okumanın yaygınlaştırılması için kampanyalar; ödüllerini cebimden karşıladığım Kitap Kurdu Yarışması; il genelinde şiir ve kompozisyon yarışmalarına öğrenci hazırlama gibi pek çok ders dışı etkinliği, evime, çocuklarıma ve kendime ayırmam gereken zamanlarda gerçekleştirdim. Bunların yanında, ailelerinin liseye göndermediği kızlar için mücadele ettim; üç kızımın velisi oldum, tüm masraflarını üstlenerek liseye yazdırdım. O okulda olmamama rağmen, kızlarımın veli toplantılarına katıldım, öğretmenleriyle görüştüm, başarılarını takip ettim, sorunlarını çözmeye çalıştım.

         


Elbette bütün bunları ödül almak için yapmadım ama görev yaptığım her okulda ödül benim hakkımken, Din Kültürü öğretmenlerine veya türbanlılara verildi. Ödüllendirme mekanizması, öğretmeni teşvik etmek için değil, Atatürkçü öğretmenleri yıldırmak amacıyla kullanılıyor; göreve başladığımdan beri bu böyle. Ben bugüne kadar özverili çalışmalarımı hep okul idaresinin çıkardığı zorluklara rağmen gerçekleştirdim; ödülün bana değil de hak etmeyen kişilere verilmesi beni yıldıramadı. Erzurum’da bin bir emekle kurduğum okul kütüphanesinin bir gecede mescide dönüştürüldüğünü hiç unutamam. Sabah okula gittiğimde kütüphaneden çıkarılan çuval çuval kitapları tuvaletin önünde bulmuştum. Ben izlemiyorum ama öğrencilerimden duyduğum Kurtlar Vadisi’ndeki Muro’nun deyişiyle, “Nalet olsun içimdeki insan sevgisine…” Alacağım ödül değil, insan sevgisi, vatan aşkı, meslek aşkı, bağımsızlık tutkusu, Atatürk sevdası yaptırıyor bana bütün çalışmalarımı. Yirmi üç yıllık öğretmen olarak kendimde hala koşturacak enerjiyi buluyorsam, nedeni bunlardır. Önceki okul müdürünün benim için bir tanımlaması vardı: “Hocahanım, ben sizi hiçbir sınıfa tabi tutamıyorum; siz başlı başına bir vakasınız”  Hiç yorulmadan, bıkmadan olağanüstü bir enerjiyle sürekli bir şeyler üretmeme diğer öğretmen arkadaşlar da şaşırırlardı.

          Üç defa emeklilik dilekçesi verip geri almamın altında yatan sebep de, içimdeki insan sevgisidir. Öğrencilerimi görünce bütün sıkıntılarımı unuturum. Yüzlerine bakınca gururla, “Bunlarla neler yapılmaz ki!...” derim. Yorulduğumu hissettiğim zamanlarda onların yüzüne bakmam yetiyor; bu mutluluğun yanında benden esirgedikleri o ödülün değeri ne ki! Bana ödülü, liseye devam ettikleri halde hala ziyaretime gelen öğrencilerim veriyor. Doğum günümü unutmayıp, ellerinde çiçeklerle gelen öğrencilerim, o haram yiyici insan müsveddelerine en güzel cevaptır. Hele bir anım var ki, hala düşündükçe gözyaşlarımı zor zapt ederim. Sınıf öğretmenliğini yaptığım 8/D Snıfı, ben onlara şakadan 8 Deliler derdim, doğum günümde bana sürpriz yapmışlar; sınıfa girdim, masalara düzen verilmiş, evlerden pasta, kek, kurabiye, gazoz getirilip tabaklara konmuş, ortadaki masada yaş pasta, üstünde mumlar … İçeri girmemle başlayan, “İyi ki doğdun Hocam.” nakaratı bir süreden sonra ağız birliği etmişçesine, “İyi ki doğdun Anne” sözüne dönüştü; o kadar duygulandım ki, ağlamamak için kendimi zor tuttum. En büyük mutlulukların parayla satın alınamayanlar olduğuna inanmışımdır hep …

NİHAYET UCUNDAN KIYISINDAN IŞIK GÖRÜNDÜ



Aylardır alacakaranlık kuşağındaydık; acılar, hastalıklar, sıkıntılar, üzüntüler arka arkaya geldi; üstesinden gelebilecek gücü bulacak mıyım bu kez de, yoksa uğruna gençliğimi buraya kadar mı, herşey bitti mi, diye ümitsizliğe kapıldığım oldu. Ülkede yaşanan acılar insanın dayanma gücünü zorlarken, Gökçe’nin Berkin Elvan’ın cenaze töreninde yaşadığı travma, panik atak hastası olmasına neden oldu.

Berkin vurulduğunda on dört yaşındaydı; oğlum Berke’yle yaşıt. Gezi Direnişi sırasında Okmeydanı’ndaki evinden ekmek almak için çıkmıştı ve polis tarafından  gaz fişeğiyle vuruldu. Berkin 15 yaşına komada girdi;  269 gün komada kaldı; vurulduğunda 45 kiloydu, öldüğünde 16 kilo … Başbakan, kan donduran bu katliam karşısında acımızı yaşamamıza, olayı kınamamıza bile izin vermedi. Berkin’in cenazesinin kaldırıldığı gün bütün yurtta milyonlarca kişi yürüdük. Ben, sabah Okmeydanı’ndaki eyleme, öğlen ise Şişli’deki yürüyüşe katıldım. Başbakan Gaziantep’te yaptığı mitingde Berkin’in terörist olduğunu söyleyerek, annesini ve babasını kalabalığa yuhalattı. Daha sonra bir açıklamasında şunları söyledi: Dışarıdan bize komplo yapılmıyor dersek yanılırız; Türkiye'de bir çocuk ölüyor. Bu çocuğun ölümüyle ilgili ilanlar veriliyor, üzerine de bu çocuğun katili olarak şahsımı gösteriyorlar. Ekmek almaya giden çocuğun yüzünde poşu, elinde sapan bunların ne işi var? Annesinin, açıklaması enteresan, 'Çocuğumun katili Başbakandır' diyor. Karanfille bilye atıyor, kabrine. Cebinden patlayıcılar çıkıyor. Bütün bunların hepsi ortada. Malum medya, Doğan Grubu çok ilginçtir kendilerine göre adam buluyorlar sanki o çocuğu polis hedef alarak biber gazını atmış. Bir defa bu çocuğu oraya taşıyan zihniyettir lanetlenmesi gereken. Bu çocuğa sapan veren kim? Çocuğun yüzünde poşu olduğu zaman bu kaç yaşındadır diye ayıklayacak durumda değil ki… Bu sözleri söyleyen Başbakan, Gezi Direnişi sırasında demokratik gösteri hakkını kullanan halka ilaçlı su, gaz fişeği, plastik ve gerçek mermi sıkan; sekiz kişiyi öldüren, on kişiyi kör eden, pek çok insanı sakat bırakan polisleri ‘destan yazan kahramanlar’ ilan etmiş; 24 maaş ikramiye ile ödüllendirmişti.

Gökçe, arkadaşlarıyla birlikte, akşam Taksim İstiklal Caddesinde yapılan protesto gösterilerine katılmıştı. Polis, bütün çıkışlara barikat kurmuş, gaz saldırısından kaçmaya çalışan gençleri, bakın şurası güvenli, orada toplanın, diyerek belli bir alana sürmüş, daha sonra Dalyan Harekatıyla o alana kıyasıya gaz sıkmış. Kızım, bir polisin diğerine, gözüne nişan al, gözüne, dediğini duymuş. Polis bir taraftan da acımasızca jopluyormuş gençleri; kızımın suratına inmek üzere olan jop darbesinden, üstüne kapanan arkadaşı kurtarmış. O kadar çok gaz sıkmışlar ki, göz gözü görmez olmuş; çocuklar tıkanmış, nefes alamaz duruma gelmişler; onlar, durun yapmayın ölüyoruz ölüyoruz, diye çığlık attıkça, polis gaz saldırısının şiddetini arttırıyormuş. Nihayet, feryatlara dayanamayan bir kafeterya çalışanı kapıyı açmış ve çocukları içeri almış. Çocuklar o gün tam anlamıyla dehşete düşmüş, ölümden dönmüşler. Gökçe bu travmayı atlatamadı; kalp ritmi bozulmaya, nefesi daralmaya başladı. Bir süre böyle gitti; kardiyolojiye gittik, doktor kalpte sorun olmadığını söyledi. Psikiyatriste gitmeye zorladım, her seferinde, şimdi iyiyim, geçti geçti, dedi. Nihayet, Şişli’de arkadaşlarıyla bir kafede otururken, panik atak krizi gelmiş; yaşadığı dehşet ve korkudan bilincini kaybetmek üzereyken acile götürmüşler; doktor, sakinleştirici iğne yapmış. Kriz iki defa daha geldi; birisinde yine arkadaşları acile götürmüşler; sonuncusunda Serkan çocukları görmeye İstanbul’a gelmişti, birlikte götürdük. Psikiyatristin verdiği ilaçları kullandıkça ataklar yine geldi ama üstesinden gelebildi. Cıvıl cıvıl hayat dolu kızımın neşesi gitti, gül yüzü soldu; kriz gelir korkusuyla evden çıkamaz oldu. Ruhsal acıya dayanamayıp intihar edeceği korkusu beni dehşete düşürdü. Tek sosyal hayatım parti çalışmalarıydı, onu da bıraktım, kızımı gözümün önünden ayırmadım. Gücümün tükendiğini hissettiğim anda bir mucize oldu; Gökçe, arkadaşının tanıştırdığı bir gençle çıkmaya başladı. Yaşar, Gökçe’ye öyle bağlandı ki, yüzüne bakarken gözlerindeki sevgi ve şefkat dolu ifadeyi görünce gücüm tazelendi, tamam bu işi hallettik, dedim içimden. Yaşar, Gökçe’yi bir çocuk gibi sarıp sarmaladı. Gökçe, panik atak krizlerini atlattıktan sonra, ilacın yan etkisi baş dönmesi nedeniyle evden çıkamadığı için, haftalarca evde kızımı oyaladı; bana çok destek oldu; Gökçe’yi çok mutlu etti; yavaş yavaş korkularından kurtulup, normale dönmesini sağladı. İlaç tedavisi devam ediyor ama korkmuyorum artık; biz bu işi hallettik. Kızımın bu kötü döneminde okul başarısının etkilenmemesi, sınıfını iyi bir dereceyle geçmesi de büyük bir mutluluk oldu bizim için. Gökçe ve Yaşar evlilik planları yapıyorlar; ben, kuzuşum, bebeğim ne zaman büyüdü de evlenecekmiş, diye şaşırıyorum ama kendimi ciddi ciddi Yaşar’ın kayınvalidesi değil, annesi gibi görüyorum; o benim için çok değerli; kızımı hak ediyor. Tek derdim, Gökçe durup durup benimle dalga geçiyor; ben sevgili buldum, sen hala bulamadın, diye … Ne yapalım, kısmetim Salih, o da kör talih …


8 Haziran 2014 Pazar

LETAFET

Şimşekler çakar ta yüreğimde
Ateşler yanar tüm bedenimde
Bir hoşluk bir güzellik ve bir zarafet
İşte o an seninledir Letafet

Sevdikçe sevesin gelir
Gördükçe göresin gelir
Letafetin koynuna
Girip de ölesin gelir

Sevdikçe seveyim dersin
Gördükçe göreyim dersin
Letafetin koynuna
Girip de öleyim dersin

Bir güneş doğar her gülüşünde
Yıldızlar kayar göz süzüşünde
Bir güneş doğar her gülüşünde
Yıldızlar kayar göz süzüşünde

Bir arzu bir kıvılcım biraz da gayret
İşte o an seninledir Letafet

Bu sabah kızım yüksek sesle müzik dinlerken, Whitney Houston’un Bodyguard filminde söylediği, I Will Always Love You şarkısını duyunca, bil bakalım nikahımda hangi şarkıyı çaldıracağım, işte bunu, dedim. Üniversite yıllarımda George Michael hayranıydım ve nikahımda, defalarca dinlesem de doyamadığım  Careless Whisper şarkısını çaldırmaya karar vermiştim. Hiç kimsenin memnun ve mutlu olmadığı acayip bir nikahla evlenince bu hayalim askıda kalmıştı. Bugün o şarkıdan daha fazla istediğim şarkıyı bulduktan saatler sonra Şevket facebook sayfasında Soner Olgun’un Letafet adlı şarkısını paylaşınca, ben şarkıyı üstüme alındım, benim için paylaştığına hükmettim, defalarca dinledim ve nikahımda çaldırmaya karar verdim. Letafet benimdir umarım ve bu şarkı Şevket ile benim şarkımdır …


Şevket’i ilk defa derneğimizde söyleşi yaparken gördüm; görür görmez, işte bu aradığım adam, dedim. Daha sonra evli ya da beraber yaşadığı birinin olup olmadığını araştırdım; galiba yoktu, o halde dikkatini çekmek için bir şeyler yapmalıydım. Facebook sayfasına arada bir giriyordu ama başka çarem yoktu; dünkü paylaşımlarını beğendim ve yorum yazdım sonra bekledim. Akşam Letafet şarkısını paylaştı sadece ve ben şarkıyı benim için paylaştığı hissine kapıldım; benim çocukluğum işte; öyle olmasını bütün kalbimle istiyordum. Sabahtan beri hayal kuruyorum: ne kaybederim ki !!! Bence Şevket’le bir geleceğimiz yoksa, tek sorun yaşımızın aynı olması; hayatın bana öğrettiği gerçek; erkekler taze et sever; andropozda yıllar yılı kahırlarını çeken eşlerini boşayıp genç kadınla evlenen erkek sayısını bilmiyorum ama buna cesaret edemeyen, kurulu düzenini bozmaktan korkan ama sanal ve gerçek hayatta pek çoğunun azgın boğa gibi gezindiğini çok iyi biliyorum. Eğer ruhsal olgunluğa ulaşmışsa Şevket benim kendisi için cennet olduğumun fakına varmıştır ve bu şarkıyı benim için paylaşmıştır; yoksa kurda kuşa yem olur. Bense onun benim cennetim olduğunu ilk gördüğümden beri biliyorum. Umarım Şevket’in Letafet’i benimdir. Ben onun adını sevmedim ama dert değil; ilk gördüğüm gün uzun saçlarıyla onu bir arslana benzetmiştim; birlikte bir geleceğimiz olursa, ben ona ‘Arslanım’ diyeceğim.

Letafetin anlamını biliyorum ama internetten bakıyorum yine de; latiflik, hoşluk, güzellik, nezaket, yumuşaklık. Şevket bu şarkıyı benim için paylaşmış olabilir mi; olabilir bence … Laf aramızda, sitcom oyuncusu gibi çok komiğimdir; olayları kendimce birbirine bağlar ve bu sonucu çıkarırım rahatça.  Ne kaybederim ki; zaten kafama göre birini bulamamışım iki yıldır bari hayaliyle avunayım… Sahi bütün güzel adamlar beyaz atlara binip gittiler mi; ben kalanlardan Şevket’in hayatıma girmesini istiyorum ama kendimi fark ettirmek için yapacağım başka bir şey yok; sınırlarımı zorladım onun için; bekleyelim, görelim ...

7 Haziran 2014 Cumartesi

YALNIZLIK ÖMÜR BOYU ...

16 Aralık 2008 tarihli günlüğüm ...

Bu sabah, iki ay önce randevu aldığım mamografi çekimi için üniversite hastanesine gittim. Çok can yakıcı bir işlem, şükür ki fazla uzun sürmüyor. İnsan bu kontrollerde yanında eşinin bulunmasını, ona nazlanabilmeyi, onun tarafından teselli edilmeyi öyle çok arzu ediyor ki !... Ben, hamileliklerimin son kontrollerine bile yalnız gittim; Serkan, gittiğimi bilmedi bile. O zamanlar, muayene sıramı beklerken, kocalarıyla birlikte gelen  karnı henüz leblebi yutmuş gibi kadınlara içim giderdi. benim gibi yalnız gelen pek olmazdı; belki bir-iki kişi ... Kocası yanında olmayanların da yanında anne veya kayınvalideleri olurdu. Çocuk bekleme süreçleri de Serkan'ın hayatında en ufak bir heyecan ve değişikliğe yol açmamıştı.

Neyse, ben yine derin sulara daldım, çıkamam kolay kolay; gelelim mamografiye ... Geçen yılki kontrolde sol göğsümde ufacık bir kist vardı; mamografi çekimini yapan uzman, kaygılanmamamı, kistin belki de seneye kaybolacağını söylemişti. Bugün, kaybolmak şöyle dursun, kistin birkaç tane olduğunu söyledi. Yine kaygılanacak bir durum olmadığını, kistleri izleyeceklerini, altı ay sonra tekrar mamografi çekimi için gelmemi söyledi. Umarım kötü bir şey olmaz; çocuklar için sağlıklı olmalıyım. Onlara, benimle ilgili hiçbir korku yaratmak istemiyorum; benden başka hiç kimseleri yok; Allah yardımcım olsun ...

Gazetede bir haber : Kalbi Kırılanlar Daha Az Yaşıyor ... Kırık kalplerin kalp krizi geçirme riski, iyi bir beraberliğe sahip olanlara göre yüzde otuz dört daha fazlaymış.Stres ve kızgınlık kalbi olumsuz etkiliyor; mutlu evlilikler, güçlü bağlar kalbe iyi geliyor. Berke'nin doğumundan sonra Serkan'ın bana yaşattıkları, 35 yaşımda kalp krizi geçirmeme neden olmuştu. O günden sonra, ikinci krizden deli gibi korktum. On sekiz yıl artık gösterdi ki biz birbirimize iyi gelmiyoruz. Bunca yıl hep Serkan'ı kazanma ümidiyle sabrettim ama gördüm ki, ben onu hayatımdan çıkarmadan çok önce o beni gözden çıkarmış. Hani bir söz vardır : Aslında giden, terk eden değil, terk edilendir. Terk edilen, çoktan çekip gitmiştir; gidene, gitmekten başka çare bırakmamıştır. Serkan beni hiçbir zaman hayatına almadı; kapılarını sıkı sıkı kapattı bana. Evlenmesi, bana verdiği bir lütufmuş gibi davrandı hep. Babasının annesinden bir kadın olarak, eş ve anne olarak beklentileri neyse, Serkan'ın da bana yaklaşımı aynı oldu. Bir kez bile duygusal anımız olmadı. Derin bir sohbet yapmadık, konuşmadık yıllar yılı. Boşanmaların çoğunun nedeninin iletişimsizlik, çiftlerin birbirini dinlememesi olduğunu gösteriyor araştırmalar; bunu anlamak için araştırmaya gerek var mı ??? Biz de konuşamadık bir türlü. Serkan'ın hiç zamanı yoktu ya da konuşacak durumda değildi. Konuşma isteklerimi hep bastırmak; çığlıklarımı, korkunç yalnızlığımı içime gömmek zorunda kaldım hep. Duygularımı, beklentilerimi mektup yazarak ilettim kaç kere; mektuplar da şöyle bir göz atıldıktan sonra, alaycı bir yüz ifadesiyle yırtılıp atıldı. Dikkatini çekmeyi beceremedim bir türlü. kendini öylesine önemli ve değerli ve beni öyle değersiz görüyordu ki, benim için düşünmek, emek vermek gereksiz görünüyordu. ne yaptıysam Serkan'ın ilgisini çekmeyi başaramadım. Baba olmak bile heyecanlandırmadı, aile hayatına bağlayamadı onu. Hayatımızı yakından bilmeyenler, bu sözlerimin üstüne, benimle evlenmeye zorlandığını, onu elimde tutmak için çocuk yaptığımı düşünür haklı olarak. Evliliğimizin de, iki çocuğun da Serkan'ın yalanlarıyla, ısrarlarıyla olduğunu; bana güvenilmez bir görüntü verdiği için bin dereden su getirerek beni evliliğe ve çocuk yapmaya ikna ettiğini, sonra da beni yarı yolda bırakıp, kendi hayatını yaşamak için kaçıp, kendine tek kişilik bir hayat kurduğunu, hayatın bütün yükünü bana yüklediğini ailelerimiz bilir ancak. Bilir bilir de, onun ailesi bu adaletsizliği savunur; kadınlığın, çile çekmek ve katlanmak olduğunu;başka kadınla ilişkinin bile erkeğin hakkı olduğunu; kadına susmak, katlanmak ve ailenin bütün yükünü taşımanın düştüğünü söylerler bana. Erkek başka kadına gitse bile suçlu, evdeki kadındır onlara göre.Kadın, erkeği ahmak bir çocuğu idare eder gibi oyalayıp idare etmeli; erkek mutluluğu dışarıda aramasın diye çeşit çeşit yemek, börek-çörek yapmalı; erkek bütün bunlara rağmen başka kadına gittiyse, evdeki çileli kadın kendini suçlamalı. Bunlar nasıl Batılı, nasıl Egeli, şaşmışımdır hep. Batılısı bu zihniyetteyse, Doğulusunun alnından öpmeli; az bile yapıyorlar eksik eteklere ...



4 Haziran 2014 Çarşamba

GÖKÇE’NİN ANKARA’DA ‘BABA’DAN HATIRLADIKLARI

          

15 Aralık 2008 tarihli günlüğüm ..

Geçen yıl bir sohbetimizde Gökçe, Ankara’da babasıyla birlikte hiçbir anısının olmadığını, altı yıl oturduğumuz Ankara’da babasıyla birlikte hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Gerçekten de Gençlik Parkı’na, lojmanlardaki tesislere birlikte giderdik. Hafta sonları Serkan, arkadaşlarıyla vakit geçirir, aile içinde bulunmazdı. Bu arkadaşların birisinin, bir yıl ilişki yaşadığı, arkadaşının karısı Hülya olduğunu o zamanlar ruhum bile duymamıştı. Biz ailece gezmeye gitmediğimiz için de ablamlar bize gelir, hayatımıza iyi kötü renk gelirdi. Bir iki pikniğe gittiğimizi hatırlıyorum Serkan’la, başka yok … Gökçe, bir hafta sonu üçümüzün Kızılay’a gittiğimizi, havanın yağmurlu olduğunu, babasının pantolonunu çamur yaptığı için epey azar işittiğini, birlikte ilk ve son aile gezmemizin bu olduğunu söyledi. Doğrusu Serkan’ın, arkadaşının karısıyla doludizgin aşk yaşadığı, hafta sonlarını bize ayırmasını istemeyelim diye bilerek hır çıkardığı gündü o gün. Amacına ulaşmıştı; kadın olayını bilmiyordum ama bir daha birlikte çıkmayı istememiştim.

Gökçe’nin Ankara günlerindeki ‘baba’ imgesinde üç görüntü var söylediğine göre :

Kadın olayından henüz haberdar olmadığım, gelen uyarı telefonlarını ciddiye bile almadığım, ‘Ben Serkan’a kendimden bile fazla güvenirim. Kadının biri bizi kıskanıyor, aramıza girmeye çalışıyor; Serkan hiç beni aldatır mı, hele karnımda oğlunu taşıyorken …’ dediğim günlerdeki anlam veremediğim, daha sonra kadınla ilişkisinden kaynaklandığını öğrendiğim şiddetli öfke patlamalarının birinde tartışırken salonun kapısını öyle bir çarpmıştı ki, cam tuzla buz olmuştu. Gökçe ve yeni yeni yürüyen Berke korkuyla gelmiş, camların üzerlerine yağmasından kıl payı kurtulmuşlardı.

Gökçe’nin hafızasındaki ikinci baba fotografında, benim kadın olayından haberdar olduktan sonraki duygularımı, acılarımı, hayal kırıklıklarımı yazdığım günlüğümün üstüne kolonya dökerek yakma girişiminde bulunan bir ‘baba’ var. O gün de Gökçe yatağındaydı ve bütün olanları duyduğunu yıllar sonra söyledi. Ben yalvara yakara defterimi zor kurtarmıştım o gün yanmaktan ama eşyaları Manisa’ya getirirken o defteri bulmuş ve yok etmişti. Günlüğümde yazılanları okuyup, bana yaşattığı acıları unutturmaya çalışacağı yerde, deftere düşman oldu. Defteri yok ederek, o günleri yaşanmamış sayabileceğini düşündü sanırım. Zaten o günlerle yüzleşmeyi reddettiği için, yaşadığı ilişkinin boyutlarını hesaplayamadı bir türlü.. Anne-babası da yaşadığı ilişkiyi onayladıkları, kınamadıkları, dahası kocamı başka kadına gitmek zorunda bıraktığımı söyleyerek beni suçladıkları için, yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmedi hiçbir zaman. Yaşananlar normaldi ve ben üstünü örtmeli, kimseye duyurmamalıydım. Ailesi o zamanlar ümitle boşanmamı bekliyordu. Babası bana açık açık, “Erkektir yapar; kabul etmiyorsan boşanırsın; geceleri evine gelmiyor mu, evin nafakasını vermiyor mu, sen ona bak. Kocası başka kadına giden kadın, kabahati kendinde aramalı. Sen nasıl bir kadınsın ki kocan başka kadına gitti, kendine bunu sor…” demişti telefonda. Allahtan canımın ölesiye yandığı o halimle bile lafı ağzına tıkmıştım. Sözlerim karşısında ağzını açamamıştı.”Ben oğlunu aile hayatında huzursuz, mutsuz ediyorsam, demek ki ben de mutsuzum. Peki, ben de başka bir erkekle ilişki kursam, oğluna diyebilecek misin,’Kabahati kendinde ara, sen nasıl bir erkeksin ki karın başka adamlara gidiyor?’diye… Ben namusluyum diye sen her evli kadını benim gibi mi sandın? Oğlunun yattığı kadın da evli, iki çocuk annesi, hem de arkadaşının karısı. Sizin ailenize öyle kadın yakışır; boşanayım da oğlun o kadınla evlensin.” demiştim de sus pus olmuştu adam.

Kadın olayını çevreye duyurduğum, kadının kocasına ve iş yerindeki amirlerine haber verdiğim için Serkan, cinnet anında beni boğmaya bile kalkışmıştı. Toplumun yazısız kurallarından biri de bu işte : Böyle ahlakdışı ilişkileri örtbas edeceksin. Benim olayı kapatmayışımın kini, öfkesi hala Serkan’ın içinde. Bana karşı bazen öyle duruma geliyor ki, bir kelime daha etsem kafamı duvara vura vura beni öldürecek ve hala da hıncını alamamış, öfkesini soğutamamış olacak. O derece kinli, öfkeli, nefret dolu bana karşı. O olay nedeniyle bebeğim henüz ikibuçuk aylıkken üzüntüden sütümün kesildiği, yıllar boyu depresyon tedavisi gördüğüm, kalp krizi geçirdiğim onu ilgilendirmiyor bile. Bana yaşattığı acılardan dolayı en ufak bir üzüntü ve pişmanlık duymadı.

O, dünyanın merkezi; varsa yoksa o muhteşem egosu … Geçen günlerde bana uzun süredir soğuk davrandığını, ilişkimizin ben istemesem hiç olmayacağını; hayatında bir kadın varsa bunu bilmeye hakkım olduğunu söylediğimde verdiği karşılık; ‘Sana bir daha o acıları yaşatacağımı nasıl düşünebilirsin!’ değildi. ‘Başka kadınla birlikte olayım da beni aleme bir kere daha mı maskara edesin?’ Aynen buydu cevap … Demek ki, aynı düşüncede hala; yanlış olan, evlilik dışı ilişki kurmak, arkadaşının karısıyla yatmak değil; benim bunu etrafa yaymam, ortalığı ayağa kaldırmammış. Benim duygularımın, çektiğim acıların, sağlıksız aile ortamında büyüyen çocukların ne önemi var ki!... Ben de zaten zayıf ahlaklı ve zayıf karakterli olduğunu düşünerek, ihanete bir daha cesaret edemesin diye olayı örtbas etmemiştim. Kadının umurunda değildi duyulması. Yaşadığı evlilik dışı ilişkileri, ahlaksızlığıyla dillere düşmüş bir kadındı. Kocası, yaşadıklarından haberdardı; öyle bir evlilikti onlarınki. Kocası bana telefonda açıkça söylemişti; ‘Böyle ilişkiler olur, normaldir, sen bunu kimseye anlatmayacaksın. Ben karımı böyle kabul ediyorum; sen bu olayı kapatmazsan silahımı alıp geleceğim, seni vuracağım.’

Neyse …. ‘Baba’ fotograflarından, ‘koca’ fotograflarına geçtik; dilime vurdu yine … Kızımdaki üçüncü ‘baba’ görüntüsünde, bana öfkelenip kafasını duvara vuran bir Serkan var. Yine kadın olayının tartışmasını yaptığımız bir gece kafasını duvara duvara vurmuştu da içimden, ‘Zavallının azıcık aklı vardı, o da şimdi gitti…’ demiştim. O gün, duvarı yumruklamaktan parmaklarını incitmişti, günlerce eli sargılı gezdi.

İşte Gökçe Ankara’da babasıyla ilgili olarak yalnızca bunları hatırlıyor.


Okulda Rehberlik Panosunda, endişe-kaygı- depresyon durumlarının B vitamini eksikliğinden kaynaklanıyor olabileceğini okuyunca, hemen bir kutu B vitamini hapı aldım, kullanmaya başladım. Benim anksiyetenin geçeceği yok. Bazen Serkan’nın olduğu ortamlarda boğulacak gibi oluyorum; sanki her tarafıma kızgın iğneler batıyor. Bulunduğu ortamın enerjisini emen, etrafa kötü duygular yayan asalak türü insanlardan o… İzmir’de annesine de defalarca çattı. Ailesi ona özürlü gibi davranıyor; çocuk oyalar gibi idare ediyorlar hep. Aile içinde, ‘Serkan’dır, ne yapsa yeridir.’ sözünü sık sık söylerler …